Ümran Avcı – “Ovada Paldır Küldür” kitabı 2020 Fakir Baykurt Öykü Ödülü’ne, “Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” ise 2023 Vedat Türkali Roman Ödülü’ne layık görülen Mustafa Orman, bu kez “Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim” kitabıyla öykü sevenlerin karşısına çıktı. İki bölümden oluşan kitapta birbiriyle ilintili 13 öykü yer alıyor. Yas duygusunun hâkim olduğu kitabın başat derdi adından da anlaşılacağı gibi anne kaybı… Kitapta “Ev anneymiş, anne evmiş” diye tanımlanan anne boşluğunun yanında annelerin evlat acısına da ayrı bir pencere açılıyor. Orman, bir tarafta şehit annelerin gözyaşına, diğer yanda çocuklarını gözaltında kaybeden anaların yürek yangınına odaklanıyor. Dünyada insanın rahatını kaçıran dertlere, yokluklara, sınırları aşıp güvenli bir hayat arayanların hikâyelerine yer veren Mustafa Orman ile kitabını konuştuk. Orman, “İnsanın bir uzvunu kaybetmesi, uzvunun yokluğunu bazı zamanlar hatırlamazken ansızın ağır bir duyguyla artık olmadığını hatırlaması gibidir yas” diyor.
■ İki önemli ödülün ardından novella tadında bir öykü kitabı ile yeniden buluştunuz okurla. İlk bölümdeki öykülerin gizemi ikinci bölümde çözülüyor. Kitabın biçemi üzerine neler söylersiniz?
Öykü türüne dair birçok genelgeçer tanım olduğunun bilinciyle, öyküler kendi iç bütünlüğü yani özgün tarafıyla değerlendirilebilir; bu da şiire benzer arkaik bir tip oluşturduğu izlenimini verir. Yazıldığı mekânın, konunun iç dinamikleriyle buluşarak var eder kendini. Bir nevi kendi açtığı gediği yine kendi kurgusu ve evreniyle borcunu ödemeye çalışan bir bütünlükten bahsediyorum. Öykülerin konu akrabalığı, üslupta yalnızca bir kan bağına dönüşüyor; her bir öykünün kendi içinde başka dinamikler taşıyarak yası umutvari yaşamda tuttuğunu, düşünüyorum.
■ Annie Ernaux’nun “Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende” sözü ile başlayan kitabınızı annenize ithaf etmişsiniz. Anne yaranıza, yasınıza iyi geldi mi, onu yeniden dünyaya getirebildiniz mi?
Yas, bitmeyen bir süreç. Çünkü rahimden ayrılan sizsiniz, anneniz değil; doğarken başlayan ayrılık. İnsanın bir uzvunu kaybetmesi, uzvunun yokluğunu bazı zamanlar hatırlamazken ansızın ağır bir duyguyla artık olmadığını hatırlaması gibidir yas. Evin bahçesinde oturup dalarken bir yere misafirliğe gittiğini düşünüyorsunuz. Çünkü bahçenin her bir yerinde geziniyor, siz de onu seyrediyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz ki misafirlik hiç bitmiyor.
“Her şeyin başı, her şeyin sonu ölümle çağrılıyor”
■ Öykülerin neredeyse tamamında ölümün, yasın gölgesi hissediliyor. Otobiyografik yanı var mı?
Sükutun içine girdiğinizde hayatın trajik doğasında kendinizi açığa çıkmış bulursunuz. Konuşamadıklarımızı edebiyat yoluyla ulu orta olmasa da edebi metin içinde başvurulan yöntemlerle sağaltmaya çalışıyoruz. Bana sorarsanız tam da bir kandırmaca, hiçbir şey sağalmıyor, azalmıyor. Yatay ve dikey çevremizin yitimleri, öz yakınlık kurduklarımızın yitimleri dünyaya bakan iki gözümüze bir göz daha ekliyor. Yaşam yeniden okunmaya başlıyor, bu göz ölümün gözüdür. Premodern değerlerin yaşandığı zamanları kutsallaştırmak değil niyetim, modern değerlerle çığlıkların hipnotize edilerek görüntünün görünürlüğünü arttırdığı çağda, elbette ölüm duygusunun verdiği hakikat, bana yaşamı ve umut etmeyi daha sahici kılıyor. Düştüğümüzde, yol alamadığımızda, çıkış kapısı bulamadığımızda büyük bir sükunetle ruhumuzu yaşamın içine daha da katıyor. Her şeyin başı, her şeyin sonu ölümle çağrılıyor. Yas, belki de insanın korkuyla yaşam arasında insani ipini gevşettiği en saf yer. Yasın tematik olarak tüm öykülerde yer alması, derinleşme sağlamam açısından bir olanaktı. Çok kayıp yaşamaktan öte, kayıpların üst üste gelmesi ve kayıpların oluş biçimi sizin yas ritminizi etkiliyor. Toplumda da genel öğretidir aslında: Birinin genç olarak ölmesi, birinin aniden hiçbir şeyi yokken ölmesi, birinin kendi canına kıyması yasın boyutunu değiştiriyor. Otobiyografik öğelerin yanında yaşam deneyiminin kattıkları gösterdikleri diyebilirim.