Efnan Atmaca- Pandemiyle birlikte tek kişilik oyunların sayısı arttı. Yine yeni sezonda edebiyat uyarlamaları da sahnelerde sıkça görülmeye başlandı. Ancak aralarından bazıları var ki moda tabirle tam bir ‘challenge’, Türkçeleştirirsek ‘meydan okuma’. Mine Söğüt’ün “Deli Kadın Hikâyeleri” adlı kitabından uyarlanan “Deli Kadın” işte bu tabirin hakkını tam olarak veriyor. Söğüt, kitabında yer alan 21 öyküyle okuyucuyu delirmenin sınırlarındaki hayatlara götürüyor. Yaşadıkları zorluklar, haksızlıklar, eril gücün zulmü kadınların ruhsal ve akli dengeleriyle oynuyor kitapta. Kadınlar direniyor, hem de tüm güçleriyle direniyor. Ama zor o sınırlarda dolaşmak. Dolayısıyla hüsranla bitiyor hikâyeleri. Zaten Söğüt kitabın en başında “Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım. Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret, doğurmaya mahkûm, çocuklarını kaybetmekle mühürlü, yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım. İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden bakacağım. O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım” diyor. Oyun da bu cümlelerle başlayınca önermesi, vaadi yükseliyor. Metinde Meryem Şahin’in imzası var. Sahnede ise tek kişilik performansıyla Özden Dilek Karakışla…
Hem izleyici hem oyuncu
Karakışla’yı “Kadın Dilinden Masallar” adlı performansıyla hatırlıyoruz. Seyirciyle interaktif bir bağ kurarak sahneden masallar anlatan ve aslında bir anlamda kadınlık hâllerine dokunduran Karakışla bu oyunda Söğüt’ten ödünç aldığı karanlık masalları aktarıyor. Seyircinin karşısına tiyatroya bir süre ara vermiş, 50 yaşlarında bir oyuncu olarak çıkıyor. “Deli Kadın” onun geri dönüş projesi, bu oyunu sahnelemeyi çok istiyor. Sürprizi kaçırmak istememekle beraber sahnede ona ‘dış sesi’yle yönetmenin eşlik ettiğini söylemeliyim. Pek de yüreklendirici değil bu dış ses. Tıpkı hayallerimizi gerçekleştirmek için yola çıkmışken ‘gerçekleri söylüyorum’ bahanesiyle çelme takan cümleler gibi… Tüm itirazlara rağmen o hikâyeleri anlatmaya çıkıyor sahneye oyuncu. Ve perde açılıyor. Seyirci oyunun provasında buluyor kendini. Delirmeye yatmış kadınların hikâyelerini anlatırken onlardan biri oluyor oyuncu. Oyun, prova, kahramanlar iç içe giriyor. Söğüt’ün postmodern dünyasını sahneye ustalıkla yansıtıyor Karakışla. Her yeni kadın hikâyesiyle kendi sonuna yaklaşıyor gibi hissettiriyor seyirciye. Masal anlatırken ustalaştığı interaktif tarzını bu oyunda da kullanıyor. Bazen seyircinin kendisini izlemesine izin veriyor bazen ise kaçıp seyirciyi oyuna girmeye itekliyor. Söğüt’ün kadınlarının yanına eklemliyoruz oyuncuyu da “Deli Kadın”ı izlerken. O da tıpkı canlandırdığı kahramanlar gibi adım adım kendi sonuna yaklaşıyor. Kendini saklamıyor, yalnızlığını, unutulma korkusunu, endişelerini sık sık dile getiriyor. Oyun hem sahnedeki oyuncunun kendisiyle hesaplaşması hem de Söğüt’ün kadınlarının bir temsiline devşiriyor.
Özden Dilek Karakışla “Deli Kadın”ın prömiyerinde seyirci oyun boyunca saatine bakmadıysa başarılı olduğunu ifade ederek kendisini izlemeye gelenlere o zor soruyu yöneltti. Ben oyun boyunca yanımda yöremde kimsenin saatine baktığını görmedim. Zor bir işin altından başarıyla kalktığını söylemeliyim Karakışla’nın. Özellikle de Söğüt’ün postmodern dünyasını yine benzer anlayışla sahneye uyarlamanın uğraş istediğinin altını çizmeliyim. Hem metin hem sahnedeki düzen hem müzikler Karakışla’ya bu uğraşta destek oluyor. Oyunun sürprizi dış sese gelince, bu postmodern dünyanın kapısı gibi o dış ses. Diken üstündeki seyirciye bir nefes imkânı tanıyor. Oyunun kara komediye dönüşmesine hizmet ediyor.