Seyhan Akıncı – Federico Garcia Lorca’nın yazdığı son oyunu “Bernarda Alba’nın Evi”nden çıkan yepyeni bir metin “Bernarda”… Proje No 2’nin oyunu “Bernarda”nın yolculuğu pandemi sonrası fısıltının gücüyle kulaktan kulağa yayılıyor bugünlerde. Tiyatrodan konuşuluyorsa söz muhakkak “Bernarda”da beş ayrı karaktere hayat veren Özge Arslan’a geliyor. Çok özel performansını, yazdığı ve söylediği İspanyolca şarkıların yanı sıra danslarıyla da süslüyor. Toplumsal normların tiranlığının temsilcisi Bernarda’nın birlikte yaşadığı kızlarına uyguladığı cinsiyetçi baskı kadın bedeninin tarihi konusunda pek çok şey söylüyor. Sahnede paletindeki tüm renkleri kusursuzca sergileyen Özge Arslan ile buluştuk ve “Bernarda”nın evinden çıkıp salonlara taşan hikâyesini konuştuk.
“Bernarda”nın hikâyesi 2019’da pandemiden çok kısa bir süre önce başlıyor. Ve pandemiyle beraber sadece 10 oyun oynanmışken sekteye uğruyor. Bu sancılı yol alıştan başlayalım….
“Bernarda”yı yazmaya karar verdiğimizde çok heyecanlanmıştık. Başta tedirgin olmuştum. Uzun yıllar kalabalık ekiplerle çalıştıktan sonra tek başıma sahnede var olmaya çalışmak biraz ürkütücüydü. “Bernarda”daki beş karakteri ayırt edilebilir özelliğe sahip bir şekilde var edebilmek güçtü o an için. Yönetmenimiz Can Ali Çalışandemir yapabileceğime ikna etti beni. Arkadaşlarım, annem hatta patili dostum Püsür’e kadar bir sürü destek ve güzel hislerle bu yola çıktık. 10’uncu oyunumuzu oynadık ve pandemi başladı. Yasaklar kalkıp hayat hareketlenmeye başlayınca “Acaba oynasak mı?” diye sorgulamaya başladık. İki sene boyunca ne prova yaptık ne bir araya gelebildik ne de üzerine doğru düzgün konuşabildik. Pandemiden sonra ilk oyunumu Van’da oynadım. Ve sahneyi, oyunumu ne kadar çok özlediğimi hatırladım.
“Bernarda” kendi içinde devinimi olan karakterler barındırıyor. Diğer yandan oyun iki yıllık bir kesintiye uğradığı için sizin içinizde de bir dönüşüm yaşandı. 2019’daki Özge değilsiniz. Metinle kurduğunuz ilişkide ne gibi devinimler yaşandı?
Hem bedensel olarak hem de sesimle ilgili yapabileceklerim konusunda çok çalışkan olduğumu düşünüyorum. Çok üzerine giderim bir şeyin. Eğer bir eylem içerisinde değilsem de kafamın içinde sürekli yoğururum. Oyundan uzak kaldığım zamanlarda oyunu çok düşündüm. Kafamın içinde çok döndürdüm hikâyeleri. Çekilmiş bir videomuz vardı, onu izleyip neleri eksik neleri fazla yaptığımla, neleri tam olarak oturtamadığımla, geçişlerin tam olup olmadığıyla ilgili bir sürü tefekkürde bulundum kendimle ilgili. Aslında oyun oynamıyor olmak, oyuna devam etmemek değildi. Oyunu kafamın içinde sürekli demledim, dönüştürdüm, yeniden ele aldım, kendimi eleştirdim. Acayip bir yolculuktu. Tek başıma gibi görünen ama aslında oyundaki beş ayrı karakterle hemhâl olduğum bir süreçti.
Oyunda müzisyen yanınızla da tanışıyoruz. Söylediğiniz parçaların altında sizin imzanız var. Lorca’nın şiirlerinden mi ilham aldınız?
Karakterlerin içinde bulunduğu duygu durumları ve hâlleri üzerinden “Acaba bir şarkı söylese ne söyler ya da nasıl söyler?” diye sorguladım. Martirio’nun sadece “Madre/anne” diyor olması annesinin zorba kimliğini, evdeki ve onun üzerindeki etkisini ortaya koyuyor. Anne faktörü çok önemli oyunda. Genel olarak anne ve Ay’dan bahsediyorum. Çünkü Lorca da Ay’dan çok bahseder. Acaba karakterler nasıl bir melodinin içinde kendilerini var ederler, diye düşündüm ve aktı, geldi. Oyunun başındaki ve finaldeki ağıt da aynı şekilde. Sadece bir oyuncu olarak sahnede olmanın haricinde meraklarımı bu karakterler üzerinden nasıl ehlîleştirebilirim, kendimi nasıl yenilerim, bildiğim şeylerden arınıp yeni bir bilginin içine nasıl girer ve orayı deneyimlerim gibi bir merakla var olduğum için müziği de dansı da kalem tutmayı da getirdi…
Oyunu izlediğim akşam salondan müthiş bir reaksiyon aldı performansınız. Nasıl bir etkileşim yaşadığınız?
Hayatımda atladığım bazı boyutlar var. İdrakla ilgili. Algılayabilmek ve kalple ilgili. Manevi bilgiden bahsediyorum. Bu seyirciyle aramdaki etkileşimle çok oluyor. İzlendiğimi biliyor olarak izliyor olmam meselesi… O ayrıntıda çok fazla hikâye var. Onlarla uğraşmayı zaten çok seviyorum. Ben orada bir oyuncu ve insan olarak kalben ve idrak açısından ruhani açıdan bir boyut atlıyorum. Bu boyut atlama meselesi bana şunu öğretti, “Benim varlığım yok galiba”. Sahnede Özge’yi tanımıyorum. Öyle biri yok. Hakikaten yok. Özge’nin orada kendini feda etme meselesi var. Belki de bütün oyuncularda olması gereken. Kendimi aradan kaldırdığım müddetçe bu işi yapabilirim. Çünkü ben orada aslında izleyenlerin idrakına, kalbine, ruhuna hizmet ediyorum. Ferdi hiçbir şey yok. Kendimi öne koyamam, geriye de atamam. Ancak aradan kaldırabilirim. Kendimi aradan kaldırdığım anda işte o güç, o temas, o alışveriş, o sevecenlik var oluyor.
“Acımasız gerçeklikte fantezi”
Son dönemlerde çok fazla tek kişilik kadın oyunları izliyoruz. Bu eğilimi nasıl yorumluyorsunuz?
Bu artış güçlü ama acaba neyin gücü diye de sorguluyor muyuz? Hangi boşluğu doldurmaya çalışıyoruz? Kadın meseleleriyle ilgili sanki hiçbir zaman çözülemeyecekmiş gibi sürekli dönüp dolaşan, tekrar eden bir sürü hikâye var. Bunlar çözülmediği sürece kadın oyunları ve kadın meselesi çoğalmaya devam edecek. Bu hem bir taraftan güçlü geliyor bana hem bir yandan çok üzücü… Keşke oynadığımız oyunlarla, yaptığımız filmlerle bir şekilde bir şeyleri değiştirebiliyor olsaydık. Çok üzülerek söylüyorum içinde olduğumuz acımasız gerçeklikte artık fantezi gibi gelmeye başladı.