Hasan Mert Kaya – KAYIP İZLER ATLASI / Osmanlı Dönemi’nde ramazan ve bayram günleri, sultanların genel af çıkarıp suçluları affettiği, birçok borçlunun borçlarını üstlenip ödediği ve tebasını mutlu bir şekilde bayrama eriştirme arzusu duydukları son derece özel günler olarak görülüyordu. Bu özel zaman diliminin kendine has gelenekleri vardı. Diş kirası, yer mahyaları, amin alayları, zengin konaklarının iftar verilen pencereleri ve biraz muzip bir gelenek olan “unutma beni dolması”na kadar uzanan bu gelenekler toplumun hemen her kesimini kapsayıcı, sosyal yaşamın keyifli alanlarıydı.
Diş kirası
Ramazan ayında oruç tutanlara iftar vermek, onların tuttukları orucun sevabına ortak olmak, bu ibadetin manevi kazançlarından hissedar olmak demekti. İftar sofraları diğer zamanların dışında bir ibadet şuuruyla etrafında toplanılan bereket sofralarıydı. Davet edilen oruçlu güzelce ağırlanmasının ardından yolcu edilirken, “Bizim de sevap kazanmamız için iftarda dişlerini yordun, lütfen bu hediyemizi de kabul buyur” denilerek diş kirası adı verilen bir hediye ile uğurlanırdı. Bu yüksek nezaket ev sahibinin imkânı doğrultusunda kimi zaman bir altın para, kimi zaman güzel bir tespih ya da benzeri şık bir hediye olurdu. Fatih Sultan Mehmet döneminde bazı devlet büyüklerinin iftar yemeklerinin bulunduğu sinilere altın paralar koydukları ve bunların yemek sırasında bulanlara hediye edildiği biliniyor.
Öte yandan Mehmet Reşad’ın sultan olarak bir eve iftara gitmesi ilginçtir. Büyük bir tevazu örneği olarak bu davete icabet eden sultana diş kirası olarak gitmiş olduğu köşkün tapusu, içerisindeki eşyalarla diş kirası olarak takdim edilir. Sultan gümüş tepside kendisine arz edilen bu diş kirası takdimini “Aldım, kabul ettim ve yine size hediye ettim” diyerek karşılamıştı.
Unutulmaya yüz tutan bu ramazan geleneğinin özellikle çocuklara ramazan ayını ve oruç ibadetini sevdirmek adına yaşatılması gerek.
Unutma beni dolması
Osmanlı toplum yapısı sanıldığının aksine tamamen homojen, tek tip bir toplum değildi. Mütedeyyin kesimin yanı sıra meyhane kültürünü seven önemli bir kesim de vardı. Resmi makamlardan izin alan meyhane işletmelerine gedikli denirdi. Gedik bir iş kolunda faaliyet göstermek için alınan izne verilen isimdi. Gedikli meyhanelerin girişlerinde bu izni ifade eden bir yazı bulunmaz, bunun yerine bir hasır örtü asılırdı. Ramazan ayı boyunca tüm meyhaneler kapalı olurdu. Ramazan geride kalınca, bu meyhaneler müdavimi olan müşterilerine bir tabak midye dolma gönderir, böylece açıldıklarını ve kendilerini unutmamaları mesajını vermiş olurlardı. İstanbul Ansiklopedisi adlı muhteşem eserinden Reşat Ekrem Koçu bu midye dolmanın çok özenle hazırlandığını, hatta içindeki harca normal zamandaki reçetesinden farklı olarak çok ince kıyılmış iç midye etinden bolca konulduğunu belirtir.
Çocukların yer mahyaları
Mahya geleneği de Osmanlı ramazan kültürünün, günümüzde de yaşamaya devam eden en köklü gelenekleri arasında geliyor. Ancak yer mahyaları iki minare arasında görmeye alışageldiğimiz mahyalardan oldukça farklı, çocukların yaşattığı bir gelenekti. İstanbul’un unutulan bir Ramazan geleneği olan çocuk yer mahyaları 20. yüzyılın başında İstanbul çocuklarının ramazan geceleri gayet hoş ve şirin bir eğlencesi idi. Gündüzden topladıkları midye kabuklarına zeytin yağı ve fitil koyan çocuklar, kalabalık cemaati olan cami çıkışlarında yere çiçek, gemi vb çeşitli basit resimler yapar ya da neşeli, muzip manilerden küçük bir ibare yazıp teravih sonrası dağılan cemaatten “yağ parası, mahya bahşişi” toplar hem masrafı çıkarır hem de harçlık çıkarırlardı. Masum, neşeli, seyri hoş ve çocukların iş birliği becerisini de geliştiren bir gelenekti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra unutulup gitti bu gelenek.
Amin alayları
Çocukların okuma yazma öğrenmesi, özellikle de Kuran okumayı sökmeleri aileler için büyük bir övünç kaynağıydı. Çocukları Ramazan ayında Kuran okumaya başlayan kimi aileler, sevinç ve gurur duydukları bu gelişmeyi ilan edip kutlamak üzere çocuklarını bir at ya da deve üzerine oturtup önüne de bir rahle ve Kuran-ı Kerim koyup davullarla sokak sokak gezdirirdi. Amin alayı denen bu geçit törenine denk gelen konu komşu, çocuğa hayır dualarda bulunur ve ailesini de takdir ederlerdi.
Sarayda bayramlaşma
Osmanlı Sarayı’nda bayramlaşma asırlar boyunca oluşan belirli usul ve teamüller çerçevesinde olurdu. Sarayda bayramlaşma ilkin Fatih Sultan Mehmet döneminde kanunlaştırılmıştı. Sultan sabah namazını sarayda Hırka-i Saadet Dairesi’nde kılar, buradaki kapı önüne bir kafes şebekesi ve içerisine de taht getirilip konulurdu. Burada belirlenen şekilde Kuran okunur, okuyan imamlara hediyeleri verilir, toplu dua ve tesbihat yapılırdı. Yine belirlenen sıra ve silsileye göre Has Oda görevlileri sıralanır, Arz Odası’na geçen padişaha nakib’ül eşraf (seyyid ve şeriflerle ilgili işlere bakan yetkili) dua ve bayram tebriği görevini yerine getirirdi. Sekbanbaşı, kapıcıbaşılar, solakbaşı, zaimler, sadrazam, vezirler, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri bayram töreninde yer alırlardı. Sultan bayram namazını Ayasofya, Süleymaniye ya da Sultanahmet gibi büyük ve İstanbul halkının yüksek miktarda katılabileceği büyük camilerde kılardı. Tabi bayramlaşmanın beraberinde saray mutfağı da bayrama özel yemekler, tatlılar ve şerbetlerle bu günlere özel menüler için hummalı bir çalışma içinde olurdu. 19. yüzyılda devlet yönetiminin Çırağan, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına taşınması ile bayramlaşmaya özel, muayede salonu denen alanlar ortaya çıktı. Bazı bayramlarda sultanlar halk için büyük şenlikler de düzerlerdi. Son dönem şenliklerinden birisini de Sultan Abdülaziz içinde bulunduğumuz nisan ayı içerisinde, 25-28 Nisan 1866 tarihindeki Kurban Bayramı’nda düzenlemişti. Osmanlı bayram şenlikleri Sultan II. Abdülhamid döneminde de devam etmişti.
Kültürümüzde köklü bir yeri olan ramazan ve bayram geleneklerinin yeni nesillere aktarılması kurumların başlı başına önem vermesi gereken bir çalışma.
Saray mutfağı bayrama has yemekler, tatlılar ve şerbetlerle bu günlere özel menüler için hummalı bir çalışma içinde olurdu.