Günümüzdeki gibi Avrupa ve dünya şampiyonaları yapılmıyordu. Bu yüzden sadece gösteri maçları düzenleniyor ve pehlivanlarımızın karşısına çeşitli ülkelerden şampiyon güreşçiler çıkarılıyordu. Organizatörler para kaynağını bulmuştu.
1895 yılında Koca Yusuf’un Fransa’da rakip tanımadan kazandığı müsabakalar herkesi şaşırtmıştı. Hangi ülkeden bir güreşçi karşısına gelse kısa sürede alt edebiliyordu. Hatta Fransızlar, “Bir Türk’ü ancak bir Türk yenebilir” diyerek Koca Yusuf’un yenemediği tek pehlivan olan Hergeleci İbrahim’i getirmişlerdi.
5 Aralık 1895’te Paris’te iki büyük Türk pehlivanı karşı karşıya geldiler. Organizatörler bu müsabaka için büyük bir çadır kiralamıştı. Maçın hakemliği için Fransa’da yaşayan güreş meraklısı Türk ressam Galip Bey görevlendirilmişti. Kıran kırana geçen karşılaşmada Koca Yusuf, Hergeleci İbrahim’i boyundurukla boğmaya başlamıştı. Seyirciler galeyana gelmiş ve salonda görevli bir polis komiseri eline geçirdiği sopayla güreşi izlemeye gelmiş bulunan ünlü Fransız güreşçisi Paul Pons da elindeki gümüş saplı kırbaçla mindere fırlayıp Koca Yusuf’a vurmaya başlamıştı.
İki pehlivan bu duruma sinirlenmişti. Fransızlar, Hergeleci İbrahim’den davacı olmasını istemişti. Hergeleci’nin tepkisi onları şaşırtmıştı: “Davacı olması gereken birisi varsa o da Yusuf Ağa’dır. Yenici bir oyundayken ayırdılar bunlar.” Bunun üzerine Galip Bey, Koca Yusuf’u galip ilan etmek istedi. Belki Olimpiyat’ta değildiler ama sanki Koca Yusuf, olimpik idealin bilincindeydi, “Ben böyle galibiyeti kabul etmem. İbrahim Pehlivan içinde bulunduğu daha zor durumdan bile kendisini kurtarmasını bilecek bir pehlivandır. Güreşe devam etseydik boyunduruğumdan kurtulurdu o”. Hakem heyeti bu sözlerden sonra maçı berabere ilan etti.Bütün bunlar güzeldi ama Osmanlı’da henüz tek bir merkezden organize edilen spor müsabakaları yapılmıyordu. Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kurulmuş ve 1896’da Atina’da ilk modern olimpiyatın yapılmasına karar verilmişti. Fakat organizasyon bu kadar yakın olmasına karşın ülkede IOC’nin bir temsilcisi olmaması, Atina’nın uzak bir hayal olması anlamına geliyordu.
Atina’daki olimpiyatın haberi Edirne’ye gelmişti. 21 yaşındaki pehlivan Koç Mehmet, büyük güreş müsabakalarından bahsedildiğini duymuştu. Olimpiyat nedir bilmiyordu. Onun için önemli olan işin içinde güreş olmasıydı.
Koç Mehmet, zembilini hazırladı ve yola çıktı. Dere tepe düz gitti ve sonunda Atina’ya ulaştı. Soluğu Organizasyon Komitesi’nin binasında aldı. “Ben güreşçiyim. Edirne’den geldim” dedi. “Osmanlı Milli Olimpiyat Komitesi’nden ülkenizi temsil ettiğinize dair bir belge vermeniz gerek” diye yanıtladılar onu. Halbuki genç adamın ne olimpiyattan ne de onun komitesinden haberi vardı. Zaten böyle bir komite yoktu. “Böyle bir belgeniz yoksa kesinlikle katılamazsınız” dediler.
Koç Mehmet üzülmüştü. Nasıl üzülmesin ki! Yabancı ülkelerden gelen pehlivanların sırtını yere getireceğinden kuşkusu yoktu. Acaba nasıl bir ödül kaçırmıştı? Ailesine götüremeyeceği miktarı öğrenmek istedi. Organizasyon Komitesi üyeleri şaşırdılar. Olimpiyat ve para yan yana gelmemesi gereken şeylerdi. “Para ödülü yok” dediler. İçi rahatladı Koç Mehmet’in. “Ödülü olmayan güreş de ona göre olur. Bu bana göre değil” diyerek zembilini yine sırtına vurup Edirne’nin yolunu tuttu.
Olimpiyat Oyunları’nı merakla ve bilinçli olarak takip eden birisi vardı. Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) jimnastik öğretmeni Faik Bey (Üstünidman) ülkenin en ünlü jimnastikçisiydi. Aynı zamanda halterle uğraşıyordu.
Olimpiyat Oyunları’nda Danimarkalı Viggo Jensen’in 115.5 kilo ağırlık kaldırarak Olimpiyat Şampiyonu olduğu haberini aldığında çok şaşırdı. Bir yandan da kendisiyle gurur duydu. Çünkü o sırada normal çalışmalarını 115 kiloyla sürdürüyor zaman zaman 125 kiloya kadar çıkıyordu.
Sonuçta ülkemizin hemen yakınında bulunan ilk Olimpiyat Oyunları pas geçildi. İlk sporcumuzu Olimpiyat Oyunları’nda görmek için daha beklemek zorunda kaldık.
NOT: Bu bilgileri bizlere aktaran rahmetli Cem Atabeyoğlu’na saygılarımızla…