Ümran Avcı – Murat Menteş’in ilgi gören “Derde Deva Randevu” serisinin dördüncü kitabı yayımlandı. Meraklılarının bildiği gibi, kitap şimdilerde hayatta olmayan yazarlarla söyleşilerden oluşuyor. Soruları hazırlayan Menteş, yanıtlarını yazarların eserlerinden veriyor. Fotoğraf yerine de Hakan Karataş’ın çizimleri eşlik ediyor söyleşilere. Serinin son kitabında Diogenes, İbn Haldun, Jane Austen, Tolstoy, Ahmet Rasim, Einstein, Herman Hesse, Âşık Veysel, Marguerite Duras ve Tezer Özlü var.
En çok hangi yazarı yakın hissettiniz kendinize?
Dördüncü kitapta galiba, Hermann Hesse. Buna ben de şaşırdım. Hesse, gençliğimde okuduğum bir yazardı. “DDR” için tekrar ona dönünce, ulaştığı derinlik ve yokladığı bölgeler bakımından beni şaşırttı. Sürpriz bir yakınlık hissiyle okudum Hesse’yi.
Diogenes’in “Kutsal suyla istediğin kadar yıkan, bu seni gramer yanlışlarından arındırmaz” sözü Jane Austen’ın gramer ve edebiyat bilgisinin kişide hayranlık yaratacağını söylemesi dil bilgisinin öneminin altını çiziyor.
Evet. Maalesef. Dil bilgisi ve dil bilinci sıhhatli bir iletişim kurmanın berisinde berrak, pırıltılı düşünceler üretebilmek için de elzem. İletişim kazaları, anlatım bozuklukları, üslup sorunları… hayatımızın değerini düşürüyor. Zaman kaybettiriyor. İlerleme, geleceği bugünden iyi kılma imkânı bulamıyoruz.
Jane Austen, “İster erkek olsun ister kadın, iyi bir romandan zevk almıyorsa dayanılmaz ölçüde iticidir. İki insanın sahih bir duygu birliği kurmasının yolu, aynı kitapları okumasından geçer” diyor. Siz ne dersiniz?
Roman bilgisi bize hayatı kelimeleştirme, dolayısıyla düşüncenin konusu hâline getirme olanağı sunar. Bu mânâda roman, bizi gerçeğe yaklaştırır, gerçekle yüzleştirir, gerçeğe dahil eder. Hayatı okuma yetisini romanlar sayesinde kazanırız. Aynı kitapları okumak konusunda Jane Austen’a yüzde 100 katılmıyorum. Bazen de birinin bize bir eseri, yazarı tanıtması, onunla aramızda gönülden bir yakınlık doğmasını sağlar.
Tolstoy, “Kitapların kaderi, okurların kapasitesine bağlıdır” diyor. Nitelikli okurun yazar nezdindeki önemi üzerine konuşalım isterim.
Tolstoy elbette haklı. Kitaplar, okurun dünyasında yazarın öngöremeyeceği biçimde konumlanıyor. Buna karşılık ‘nitelikli okur’ tabirine biraz şüpheyle bakıyorum. Okumayı sürdüren kişiler sürekli başkalaşır, gelişirler. Ben mesela Tommiks ve Teksas çizgi-romanlarından yola çıktım ve Turgut Uyar’a, Terry Eagleton’a vardım.
‘Tarih bir masaldır’
Ahmet Rasim, “Yazarlıktan makul bir para kazanmak çok güç. Yazarların ekseriyeti geçim derdinden yakasını kurtaramıyor” diyor. Neden böyle?
Milletçe, Maslow piramidinde ‘hak ettiğimiz yere’ tırmanamadığımız için olabilir. Hayatta kalmaya çalışmaktan yaşamaya imkân bulamıyoruz. Yazıdan biraz çekiniyor insanlar sanırım. Kayıtlı, sabit değil de uçuşan, dağılan, yüzergezer bir varoluş bizimki. Böylece yazarlarımız da yoksul bir yaşam sürüyor: Lüks bir fakirlik, seçkin mahrumiyet, stilize garibanlık.
İbn Haldun “Tarih, bir masaldır” diyor. Meriç’in “Bir milletin hakiki tarihi edebiyattan anlaşılır” sözü, Haldun’unkinin sağlaması gibi…
Genellemeler ve kesin hükümler bize üzerine düşünebileceğimiz alanlar açar. “Derde Deva Randevu”da yazarların görüşlerini kaydetmemin nedeni, okuru teslimiyete davet etmek değil. Entelektüel ilerleme, yazarların düşüncelerini kendi zihnimize aktarıp yeniden işlemekle olur. Masaldan uzak tarih anlatılarına yönelmek iyi fikir mesela. Edebiyatın, bilhassa romanın tarihsel veriler içerdiğini akılda tutmak da gerekli görünüyor evet.