Küreselleşmenin sonuna mı geldik?

Servet Yıldırım – Kovid-19 ile başlayan ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile hız kazanan ilginç bir tartışma var: “Küreselleşmenin sonuna mı geldik?” Aşırı sağcı partilerin Avrupa’da yükselişi, artan jeopolitik parçalanma, küresel enflasyon, ekonomilerdeki aşırı oynaklık küreselleşmenin geleceğine ilişkin tartışmaları hızlandırdı. Bu kapitalizmin yaşadığı ilk küreselleşme krizi değil. İlk küreselleşme dönemi teknolojik gelişmelerin yaşandığı 1800’lerin ikinci yarısında başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Küreselleşmenin erdemlerinin tartışıldığı 40 yıllık bir dönemin ardından gelen 30 yılda ise iki büyük savaş yaşandı. Oysa küreselleşmenin ulusları birbirine yaklaştıracağı ve anlaşmazlıkları törpüleyeceği düşünülüyordu.

Küreselleşmenin ikinci aşaması İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle başladı ve1970’lere kadar sürdü. Önceki gibi bu da teknolojik gelişmelerle beslenen bir dönemdi. Küreselleşmeye liderlik eden ve yön veren birçok uluslararası kurum bu dönemde ortaya çıktı.

Üçüncü küreselleşme dalgası ise Sovyetler Birliği’nin 1991 yılı sonunda resmen çöküşü ve doğu bloku ile Çin’in dünya ekonomisine ve ticaretine entegrasyonu ile başladı. Arada yaşanan krizlere rağmen küreselleşmenin üçüncü dalgası halen devam ediyor. Ama görünen o ki; an itibariyle dünya entegrasyon değil ayrışma yolunda. Globalleşmenin hızı yavaşladı diyen de var, yavaşlamanın ötesinde tersine döndü diyen de. Özellikle küreselleşme karşıtı aşırı sağın Avrupa’daki yükselişi küreselleşmenin geleceğine dair şüpheleri arttırıyor. En son böyle bir şok Brexit ile yaşanmıştı.

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi tehdit mi?

Hollanda’da Geert Wilders, Fransa’da Marie Le Pen, Macaristan’da Viktor Orban gibi liderlerin ardından İsveç ve İtalya’da da aşırı sağ parti liderleri siyaset arenasına güçlü giriş yaptılar. Aşırı sağın yükselişi birçok kişi için sürpriz oldu ama süreci başından beri izleyenler yaklaşan tehlikeyi daha önceden görmüşlerdi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden Suriye’deki iç savaşa, küresel enflasyondan enerji krizine kadar tüm jeopolitik ve ekonomik gelişmeler aşırı sağın ekmeğine yağ sürdü.

Avrupa’da seçmenin aşırı sağ hareketlere yönelmesinin ardında bir dizi ekonomik, sosyal, politik ve kültürel neden var. Süreci başlatan gelişme 2008 krizi ve ardından AB’nin yaşadığı borç krizi. Bu süreçte birçok Avrupa ülkesi katı istikrar paketleri uygulamak zorunda kaldı. Bu paketler orta direği zayıflatırken, gelir dağılımını bozdu.

“Establishment” partilerinin yetersizliği ve bu partilerin liderlerinin karizma eksikliği sağ seçmenin daha da sağa kaymasına yol açtı. Ama Avrupa’daki aşırı sağı besleyen en büyük faktör yoğun göç dalgası oldu. Aslında göçmen karşıtlığı yeni başlamadı; uzun yıllardır var. Trump’ın sürpriz bir şekilde başkan seçilmesinin sırrı da göçmen karşıtı bölgeler ve seçmen kitlesidir. Trump gibi politikacılar göçmenlerin ya da sığınmacıların suç işlemeye meyilli olduğunu ve güvenliği tehdit ettiğini söyleyip oy istiyorlar.

Özellikle 2008 krizi sonrası artan işsizlik ve bozulan gelir dağılımının yarattığı endişe birçok ülkede aşırı milliyetçi hareketleri beslemiş, popülizme kayışı hızlandırmıştı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi demokrasilerinin kurumsallaşması ile övünen ülkelerde göçmen karşıtı hareketler güçlendi. Göçmenlere ilişkin veriler çarpıtılmaya başlandı, algılar bozuldu. Dünyada aşırı sağ ile merkez sağ birbirine yaklaşmaya başladı, göçmen karşıtı hareketler güçlendi. Şu anda birçok ülkede yaşanan, bu sürecin devamından başka bir şey değil.

İtalya’daki “Fratelli d’Italia” ya da Türkçesiyle “İtalya’nın Kardeşleri” 10 yıl önce kurulmuştu. İtalya göçmen krizinden en fazla etkilenen ülkelerden biri. Aynı şekilde ekonomik krizleri en fazla hisseden, işsizliğin en yüksek seyrettiği ekonomilerden birine sahip. Dolayısıyla aşırı sağın yükselişi için uygun koşullar vardı. Fratelli d’Italia da bu rüzgarla oy patlaması yaşadı.

Bu yükseliş hem bu ülkeler hem de diğerleri için tehditleri de beraberinde taşıyor.

Benzer nedenlerle Avrupa’da birçok ülkede liberal demokrasi yerini daha otoriter eğilimlere bırakıyor. Aşırı sağın bu yükselişi “Euro” birliğini ciddi şekilde tehdit ediyor. Aynı şekilde AB’ye şüpheci bakış bu hareketlerin doğasında var. Bu süreçte bazı ülkeler İngiltere’nin açtığı kapıdan geçmeyi tekrar gündeme getirebilir. Tüm bu girişimler ayrılıkla sonuçlanmasa bile zaten sorunlu olan Euro’yu daha fazla baskı altına alabilir.

Aşırı sağın ekonomik felsefesi korumacılığa dayanır, varlığın adil değil şövenist dağılımını öngörür. Globalleşmeye soğuk bakar, hatta tehlikeli görür. Ekonomiye müdahaleye açıktır. Göçmen karşıtlığını en sert biçimde uygular. Aşırı sağın Avrupa’daki yükselişi orada yaşayan ve çalışan milyonlarca vatandaşımız için tehdittir. Ana ticaret partnerimiz olan AB ile ekonomik ilişkilerimiz açısından da bir tehdittir.

‘Made in…’ dalgası güçleniyor

Dünya siyasetinde hakim olmaya başlayan söylem “yerli ve milli” olabilmek. Trump’ın 2016 yılında iktidara gelmesi ile başlattığı “Made in USA” akımını diğer ülkelerde de görmeye başladık. Amaç sanayinin üretim yaparken daha fazla yerli girdi kullanmasını teşvik etmekti.

Yerli ve milli akımının ardındaki nedenlerden biri bazı ülkelerin Çin’e ve enerjide Rusya’ya olan aşırı bağımlılıktan duydukları rahatsızlık. Dünya genelinde Çin bağımlılığı 2000 yılına göre 3 kat artmış durumda. Avrupa, Rus gazı olmadan sanayini çevirmekte zorlanıyor. ABD bu nedenle Çin’e karşı yaptırımlar uygulamaya başladı. Japonya, Çin’de yatırım yapan firmalarını geri çekmek için teşvik açıkladı. Bir çok ülke Çin’deki üretimlerini ve buradan yaptıkları tedarikleri diğer Asya ülkelerine kaydırmanın yolunu aramaya başladı.

Küreselleşme bitmiyor, şekil değiştiriyor

Küreselleşme an itibariyle belki de en yüksek seviyesinde. Bunda dijitalleşmenin de büyük katkısı var. Ticaret yolları eskisinden çok daha iyi. Hammaddeler bir yerden diğerine kolayca sevk edilebiliyor. Ürünler tüketiciye sunulmak üzere sınırları kolayca aşıp pazarlara rahatça ulaşabiliyor.

Tablodan da görüldüğü gibi dünya ticaret hacmi son yıllarda pandemi ya da krizler nedeniyle zaman zaman gerilese de hala yüksek düzeyde. Aynı şekilde doğrudan yatırımlar da iniş çıkışlara rağmen yükselen bir trende sahip. Küresel ekonomi de son yılların krizlerine rağmen büyüyor. Toplam küresel GSYH 100 trilyon doları aştı. Firmalar uluslararası piyasalardan borçlanmaya devam ediyorlar. Ülkeler arasında sermaye akımları devam ediyor. Pandemi etkisinin sona ermeye başlaması ile dış turizm tekrar canlanmaya başladı. ABD yaptırımlarına rağmen Çin uluslararası ekonomiden dışlanamadı. Aksine hala önemli bir parçası; en fazla yabancı doğrudan yatırım çeken ekonomi. Kuşak-yol projesi ile etkisini daha da arttırıyor.

Küreselleşmenin iki ülke arasında çıkan savaş nedeniyle sona ermeyecek kadar güçlü olduğunu düşünenlerden biri olan Wharton’dan Profesör Exequile Hernandez’in dediği gibi kısa vadede bazı kesintiler olabilir ama küreselleşme orta ve uzun vadede devam eder. Çünkü firmaların ve ülkelerin bu bağımlılıktan çıkarları devam ediyor. Küreselleşmenin ana sorunu büyümenin kapsayıcı, refah bölüşümünün ise dengeli ve adil olmaması.

Sorun liderlik

Krizin diğer boyutu küreselleşmeye liderlik edecek kurumların durumu. IMF ve Dünya Bankası’nın yetersiz kalmasının ardından G20’nin role aday olacağı düşünülmüştü ama olmadı. G20 küresel ekonominin önemli bölümünü temsil eden ülkelerin oluşturduğu jeopolitk bir platform. 2008 krizinde IMF ve Dünya Bankası’nın yetersiz kaldığı ortamda krize karşı etkili bir platform haline geldi. Son noktada G-20’nin liderliğinin ötesinde grubun geleceği tartışılmaya başlandı. Küreselleşme ölmedi ama dünyanın bu süreci yönetebilecek güçlü ve kapsayıcı bir küresel bir liderliğe ihtiyacı var.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir