Etem Hamdi Tem, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda görev yapan bir asteğmen idi. Kafkas Cephesi’ndeki savaşlarda yer aldı. Alman malı Reflex ICA marka bir fotoğraf makinesi vardı. Kurtuluş Savaşı’nda Genelkurmay’da görevliydi. Yeni Türk ordusunun resmi fotoğrafçısı idi. Büyük Taarruz sırasında Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın en yakınında yer alanlardan biriydi. 1921 yılından vefatına kadar Atatürk’ün fotoğrafçılığını yaptı. Zaman içinde anıt fotoğrafa dönüşen Kocatepe’deki Atatürk fotoğrafını, Büyük Taarruz’un ilk saatlerinde çekmişti. Türk şiirinin büyük ustası Nazım Hikmet, yıllar sonra o fotoğrafa bakarak, şu dizeleri yazacaktı:
“Paşalar onun arkasındaydılar/ O, saati sordu / Paşalar: ‘Üç’ dediler/ Sarışın bir kurda benziyordu/ Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı / Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu/ Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak/ ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”
Etem Tem, Fikret Otyam’ın kendisiyle yaptığı ve 4 Aralık 1960’ta Ulus Gazetesi’nde yayınlanan röportajında, savaş içindeki fotoğraf serüvenini şöyle anlatmıştı:
“O sabah Kocatepe’de bulunuyorduk. Taarruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor, direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle düşman cephesine bakıyordu… Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı… Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini çektim. Saat 11’di… O gün 7×11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir kaç tane 10×15 cam… Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına bir lokma koymamıştı… Gece geri çekilmeye başladılar.
Ahırda film yıkadım
2 Eylül’de Uşak’a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm. İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: ‘A be… Bu bir başkumandan odasına yakışmaz’ dedi. Salih (Bozok) odayı halılarla süsleyeceğini söyledi. Zira o gün Trikopis getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların üzerinde gezdirdi ve çekti: ‘Çok güzel’ dedi.
İzmir artık yine bizimdi
9 Eylül’dü… Kadifekale’ye çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı… Şehir ayaklar altındaydı… Körfezde bazı vapurlar vardı…Dumanlıydı vapurlar… Bir rapor geldi. Süvarilerimiz İzmir’e girmişti….’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri..’ emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi yine… Sonra mı?.. Ha, evet… Sonra otomobillerle şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe’de çektiğim sekiz on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz döndük, dolaştık… Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri girdiğimizi görünce ‘Fotoğraflarınız bir harika!’ diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı… Doya doya baktım… Hakikaten birer harikaydı…Taa Uşak’tan İzmir’e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için bir gün daha lazımdı.
Fotoğraflar yandı kül oldu
Ertesi günü gelip almak üzere karargaha, Bornova’ya döndük. Ertesi sabah otomobille indik İzmir’e… Millet yollara dökülmüştü… Bayram vardı… ‘Biraz sonra Mustafa Kemal gelecek’ dedik… Görmeliydiniz o anı… İzmir yanıyordu… Ne dost ne düşman belliydi… Cayır cayır yanıyordu İzmir… Fotoğrafçı dükkanının olduğu yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim?.. Dükkan yanmıştı… Uşak’ta o ahır bozması yerde yıkayabildiğim birkaç film kalmıştı elimde… Ötekilerin hepsi fotoğrafçı dükkanıyla birlikte yandı kül oldu…”
Yunan bayrağını oradan kaldırınız!
Ertesi günü, sabahın erken saatlerinde Başkumandan Mustafa Kemal muharebe meydanını dolaşıyordu. Gördüğü manzaradan müteessir ve muzdaripti. Binlerce düşman cesedi ve birbiri üstüne yığılmış yüzlere topçu hayvanı, terkedilmiş toplar, cephaneler… Bu elim manzarayı bir müddet seyrettikten sonra: Bu manzara insanlığı utandırabilir! dedi. Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler… Biraz ileride, topların arasında yerde bir Yunan bayrağı terkedilmiş, duruyordu. Gözüne ilişti. Eliyle bayrağı işaret ederek: ‘Bir milletin istiklâl alâmetidir. Düşman da olsa hürmet etmek lâzımdır. Bayrağı oradan kaldırıp topun üzerine koyunuz!’ dedi.
Derhal harekete geçilecektir
Muzaffer Kılıç, milli mücadelenin zorlu yıllarında Atatürk’ün en yakınında yer alan subaylardan biriydi. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Atatürk’ün yaveri olarak kritik dönemlerde görev yaptı. İşte Atatürk sitesinde Ağustos 2000’de Nurer Uğurlu başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanan 30 Ağustos Hatıraları çalışmasına yer veriliyor. Bu çalışmada, Muzaffer Kılıç’ın yer verilen anıları şöyle:
“Başkumandan, Trakya’da bulunan düşman kuvvetlerinin büyük teşkilât yaptığını, bunların Anadolu’ya getirilmek üzere olduğunu ve teşkilâtın başında bizzat Yunan ordusu Başkumandanı Hacıanestis’in bulunduğunu biliyordu. Mütâleasında bu noktaları tebarüz ettirirken zamanın beklemeye tahammülü olmadığını da kaydediyordu. Teşebbüsü düşmana bırakmadan derhal hareket kararındaydı. Filvaki, hakikate kâfi miktarda ikmâl levazımı, cephane ve topçu mermisi mevcut değildi. Başkumandan, hali hazır şartlarla da bu taarruzun muvaffak olabileceğini plânlaştırmıştı. Cepheye hareketinden evvel Ankara’dan Garp Cephesi Kumandanına gönderdiği şifrede, mealen şöyle diyordu:
‘Cephane ve malzeme kifayetsizliği ile diğer levazım kifayetsizliğini takdir ediyorum. Ancak fazla beklemek aleyhimizde olur. Bütün mesuliyeti üzerime alarak Konya üzerinden hareket ediyorum. Başkumandanlık emrindeki bir miktar parayı mübrem ihtiyaçlar için Milli Müdafaa emrine bıraktım.’ Bu mahrem şifrenin son cümlesi şöyle bitiyordu: Derhal harekete geçilecektir.
Döğer’le Dumlupınar arası
25 Ağustos 1922… Afyon’un takriben 20 kilometre cenubunda, Şuhut kasabasında bir köy evinin ikinci kat sofrası. Başkumandan petrol lâmbasının ışığında mütevazı akşam yemeğini yerken; bir gün evvel cephe topçu kumandanından topçu guruplarımız hakkında edindiğim malûmatı kendilerine arz ediyordum. Ateş kesafetinin 3-4 saat devam edilebileceğini, yalnız plânlı mânia ateşine lüzum görülmediğini söyledim. ‘Mânia ateşini de onlara bırakalım’ dedi. Saat 10’a geliyordu. Vazulceyş haritasını istedi. (Tarafların arazi üzerindeki vaziyetlerini gösterir harita) Bilhassa düşmanın yarma merkezi sıkletinin bulunduğu noktalardaki tahkimat ile, kuşatmayı yapacak süvari kolordusunun geçeceği Ahırdağ geçidinin vaziyetini gözden geçirdi. Aynı zamanda Eskişehir-Afyon arasında, Döğer mevkiinde bulunan düşman ihtiyatları üzerinde dikkatle durup haritayı tetkik ediyordu. Döğer’le Dumlupınar arasını ölçmemi emretti. Elindeki kalemle bir iki defa bu noktaya vurarak:
‘Döğer… Döğer… Fakat dövemeyecekler… Bu kuvvetler hareketsiz kalmaya mahkûm’ dedi ve bana dönerek: ‘Haritaları topla. Hareket ediyoruz!’ emrini verdi.
İhtiram için siperde doğruldu
30 Ağustos… Topçumuzun himayesinde piyade birliklerimiz, düşmanın kısmı küllisinin bulunduğu yığıntıya yanaşıyor; Başkumandan ayakları tamamen kısaltılmış bir batarya dürbünüyle harekâtı takip ve idare ediyordu. Düşman topçusunun mermileri çok yakınlara düşüyordu. Başkumandan sigarasını içiyordu. Güneş guruba yaklaşıyordu. Bir aralık başını çevirerek:
Güneş topçumuzun rüyetine mani oluyor. Fakat biraz sonra süngülerimize vuracağı akisleriyle düşmanın rüyetini tamamen kesecek, dedi. Az sonra ‘Allah! Allah!’ sesleri işitilmeye başladı. Hücum eden piyadelerimizin süngüleri, güneşin kızıl hüzmeleri altında yalımlar yapıyorlardı. Hayret ediyordum… Her şey sanki onun iradesine bağlıymış gibi, ne derse o oluyordu. Bu anda Başkumandanın yüzünde, görülür bir ıstırap ifadesi vardı. Allah! Allah! diyerek çığ gibi düşmanın üzerine devrilen binlerce askerin ölümü istihkar edilişleri, onun insan kalbini tesiri altına almıştı. Yanan sigarasını yere attı ve düşman ateşine aldırmadan siperde doğruldu? Bu kalkış sevdiği ve üzerine titrediği askerlerinin manevî huzurunda bir ihtiram vazifesi idi. Askerlik sanatının büyük dahisi, büyük strateji, harpten ve kandan açıkça nefret ediyordu. Gözleri nemlenmişti. Güneş ufukta kaybolmak üzereydi. Eliyle muharebe sahasını göstererek:
Hacıanestis! Mağrur kumandan! Neredesin? Gel, ordularını kurtar… diye bağırdı.