Dayıoğlu’nun yaşam bohçasından çıkanlar

Ümran Avcı  – Tam üç kuşak Gülten Dayıoğlu’nun eserleriyle büyüdü. 60 yıllık edebiyat yaşamına 91 eser sığdırdı. Kendi deyişiyle altı kıtada soluk soluğa koştu. Dayıoğlu’nun geride bıraktığı yol uzun ve yorucuydu… Buna üç yaşından beni yaşadıklarını hatırlıyor oluşunu da ekleyince görmüş geçirmişliği, bohçada birikenleri siz hesap edin… 

Şimdiye dek çocuklar ve büyükler için yazan Dayıoğlu, yüzleri ve sesleriyle hayatından geçenleri, yolunun kesiştiklerini bu kez büyükler için kaleme aldı… “Maraton boyunca edindiğim, dünyaya ve insana ilişkin gözlem, algı, görüş ve düşüncelerimi öte yakaya yüklenip gitmek istemiyorum” diyerek yaşam bohçasını açıp bir bir anlattı. “Yüzler ve Sözler” böylece ortaya çıktı. 

Dayıoğlu’nun yaşam maratonunda karşılaştığı isimler arasında kimler yok ki; Abdi İpekçi, Talat S. Halman, Attilâ İlhan, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Ece Ayhan, Sezen Aksu, Muammer Karaca, Bedia Muvahhit, Orhan Kemal, Vehbi Koç, Turgut Özal, Sakıp Sabancı… Midesini bulandıran bazı anıları da ‘nefret’ başlığı ile paylaştı okurlarıyla. Serde öğretmenlik olunca sonuna da alınması gereken yaşam derslerini not etti… İşte Gülten Dayıoğlu’nun yolunun kesiştikleri ve yaşanmışlıkları… 

Abdi İpekçi 

Gazetede makale, sohbet yazmayı ve röportaj yapmayı o öğretti. Hem de gerçek bir öğretmen gibi sesini yükselterek yapardı bunu. Bir gün, kendisine sunduğum düşünce yazısını okudu. Ardından fırça geldi. Sonra da yazıyı elime verip “Bunun üzerinde, öğrettiğim doğrultuda çalış. On bir sayfayı üç sayfaya indirmeden getirme” dedi. Kendimi kovulmuş gibi duyumsadım. Gazeteden ağlayarak çıktığımı anımsıyorum. (…) Bir gün “Bak Gülten, uzun yazmak kolaya kaçmaktır. Okura, öze ulaşmak için, keçi boynuzu yedirme” demişti. Böyle böyle yontulup işlenerek bu günlere eriştim. Bu yüzdendir ki hiçbir eserimi altı kez okumadan yayınevine vermem. 

Yaşar Kemal 

Cağaloğlu yokuşunu çıkıyordum, soluk soluğa. Yaşar Kemal de yokuştan iniyor. Benim gözümde o, İnce Memed’di. Çekine çekine, saygıyla selamladım. Yaşar Kemal Bey ise, kırk yıllık dostmuşuz gibi karşılık verdi bu ürkek selamıma: “Dayıoğlu, kalemini izliyorum. Dilin ve düşüncelerin açık seçik. Burnun iyi koku alıyor. (…) Bence çocuk edebiyatı ve eğitim öğretim konularına saplanıp kalma. Kalemini, politik düzenin gidişatına da kullanmalısın” dedi. Ergen gibi yüzümün kızardığını duyumsadım nedense! “Politika konusunda hiçbir bilgiye sahip değilim. Kültür yönünden, pek yetersiz ortamlarda, iki arada bir derede büyüyerek bugünlere gelebildim. Yönetimin gidişatıyla ilgili yazılar yazmam, hadsizlik olur” dedim. Neşeli bir kahkaha patlattı: “Kızım, ‘Ne alçak ol basıl, ne yüksek ol asıl’ atasözünü sana öğretmediler mi? (…) Öylesine gençsin ki! Kendini yetiştirerek, başta politika olmak üzere, pek çok konuda, yumruğunu masaya vurabilecek güce sahip olabilirsin. Haydi, yolun açık olsun.” Ustamın öğütlerine uyarak kendimi geliştirmeye içten içe and içtim. Yaşar Kemal Bey’in, ayaküstü verdiği öğütler ilaç gibi geldi. 

Aziz Nesin  

Aziz Nesin’le çocuk edebiyatı şenliklerinde yan yana kitap imzalardık. Kendisi sözünü sakınmazdı. Önümüzde sıra hâlinde bekleşen çocuklara bazen tatlı sert çıkıştığı olurdu. En çok da “Param yok, bedavadan bir kitap imzalayıp verir misin?” diyenlere “Fırıncı bedava ekmek veriyor mu?” derdi. Beni de bazen azarlardı: “Sen safsın. Çocuklara çabuk kanıyorsun. Bedava kitap veriyorsun. Onların ahlaklarını bozuyorsun” derdi. 

Nefret:  Yayıncıdan ahlaksız teklif

“Fadiş”e yayınevi ararken pek gençtim. 30 yaşımı bile aşmamıştım. Kimi erkeklerin bana ‘yan baktıklarını’ anlıyordum. Bu hâller beni çok tedirgin ediyordu kadın olarak. O nedenle yayınevlerini tek tek gezerken dört yaşındaki oğlumu hep yanımda bulunduruyordum. Bir gün, çocuklu da olsam, bana sataşmak isteyen, vurdumduymaz bir yayıncı çıktı karşıma. İş yeri Cağaloğlu yokuşundaydı. Üç hafta önce, oğlumla bu yayınevine uğrayıp romanımı önermiştim. Yanıt almak için yine gittik oğlumla. Yayıncı, “Vakit bulup kitabı okuyamadım. Boğaz’da tanıdığım iyi bir balık lokantası var. Hem de deniz kıyısında. Birlikte oraya gidelim. Siz bana kitabı anlatın. Ben de kararımı hemen bildiririm” dedi. Kendisi, öğretmen olduğumu biliyordu. Şamar yemiş gibi oldum. Gerçekten içimde tokat acısı belirdi: Kendisine insanlığını aşağılayan birkaç söz söyleyip roman dosyamı istedim. Bu konuşmaları yayınevinin giriş kapısında yapıyorduk. Çünkü iç sesim içeriye girmememi söylüyordu. Adam: “Neyine güveniyorsun da benimle böyle konuşuyorsun?” diye çıkıştı. Ağlayarak “Kendime güveniyorum” dedim. Hışımla içeri girip dosyayı verdi elime. (…) 

Öğretmen olarak, Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen Çocuk Edebiyatı Açık Oturumu’na davet edildim. Oğlum, sahnede yerlerini almış olan konuşmacıları görünce, beni ağlatan o yayıncıyı hemen tanıdı: “Anneciğim, seni üzen yayıncı da var konuşmacılar arasında, içimden ona bir kafa atmak geliyor” dedi ciddiyetle. Salonu terk edeceğimi söyleyerek kendisini engelledim. Zaten o kişiyle bu olaydan sonra yurt içi ve yurt dışı fuarlarda karşılaştım. Saygıyla selamlayıp durdu beni. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir