Müjde Işıl – Her şey Al Jarreau’nun seslendirdiği, caz esintili “Moonlighting” şarkısı, Cybill Shepherd’ın havalı havalı yürüyüşü ve Bayan Topesto’nun ilginç telefon açışlarıyla başladı. ‘80’lerde çocukluğunu ya da gençliğini yaşamış olanlar için cuma akşamları “Mavi Ay” zamanıydı. Bu yazıyı kaleme alan gibi kim bilir niceleri cuma günlerini, sadece okulun bitip hafta sonu tatilinin başlaması için değil, daha çok “Mavi Ay”ı izlemek için iple çekerdi. Diziyi izleme motivasyonumuzun ayrıntılarını “Moonlighting” şarkısı, Cybill Shepherd’ın havalı hâlleri ve Bayan Topesto’nun ilginç telefon açışları oluştursa da televizyon ekranına yapışmamızın asıl müsebbibi David Addison’ı canlandıran Bruce Willis isimli, daha önce adını sanını duymadığımız ama izler izlemez hınzırlığıyla büyülendiğimiz genç adamdı. Tatlı serseri hâlleri, müstehzi gülüşü, âşık olduğunu dillendirememe durumu hâlâ o yıllardan kalan en güzel hatıralardan… Tabii zihnimize bu kadar kazınmasında, neredeyse sahibinden daha güzel sese sahip rahmetli Alev Sezer’in hakkını teslim etmemiz lazım.
Halbuki dizinin yayınlandığı ABC kanalının yöneticileri, başından beri Bruce Willis’in bu rol için uygun olmadığını düşünmüştü. Cybill Shepherd gibi eski model ve bilinen bir oyuncunun karşısına, hem de elit bir karakteri canlandırırken, Willis gibi “serseri tabiatlı” birinin yakışmayacağına emindiler. Dizinin yaratıcısı Glenn Gordon Caron, Willis’te ısrar edince zorla kabul ettiler. Aralarında aşk filizlenmeyecek şekilde, dedektiflik komedisi tarzında. Ama Willis’in öyle bir enerjisi vardı ki karakterlerin arasındaki kimyaya kimse engel olamadı. Willis de başarısının karşılığını Emmy ve Altın Küre kazanarak aldı. Sonrasında onu bir sinema ikonu hâline getirecek “Die Hard/Zor Ölüm”de de benzer durum yaşandı. Stüdyonun ilk tercihi değildi, hatta son tercihi olduğu bile söylenebilir. Richard Gere, Sylvester Stallone, Harrison Ford, Mel Gibson, Don Johnson gibi birçok aktör kabul etmeyince John McClane rolü elene elene Willis’e geldi. Şimdi düşününce McClane’i feriştahı gelse Willis’ten iyi oynayamazdı diyebiliyoruz net olarak. İstenmeye istenmeye, reddedile reddedile starlığa ulaşmış bir isim Willis.
Gülüşü markası oldu
Bruce Willis, kendinden önceki kuşakların Robert Redford’u ya da kendinden sonraki kuşağın Brad Pitt’i gibi ultra yakışıklılığıyla ön plana çıkmadı. Vurdumduymazlığı, serseriliği, acıları şerbet yapıp içen muzipliği ile sempati topladı daha çok. Mizah oyuncusu değildi ama mizahı oyunculuğuna kıvamınca yediriyordu. Aynı zamanda üç albümü olan bir müzisyendi de. ‘80’lerin sonunda “Zor Ölüm” ile ünlenen oyuncu, özellikle ‘90’larda çok iyi filmlerde rol aldı. O alıştığımız muzip ve müstehzi yüz ifadesini korusa da farklı rollerde ve türlerde o döneme damgasını vurmayı başardı. “Zor Ölüm” serisi, “Pulp Fiction”, “Twelve Monkeys”, “Last Man Standing”, “The Fifth Element” ve sonrasında “The Sixth Sense” ile ‘90’ları kapatmak kaç oyuncuya nasip olur ki?
2000’lere “Unbreakable” ve “Sin City” gibi filmlerle kuvvetli bir başlangıç yaptı, hatta yakın dönemde “Moonrise Kingdom” ve “Looper” gibi sağlam filmlerde rol aldı. Ancak özellikle son zamanlar seri üretim gibi birbirine benzeyen, “Rol aldığı değil de oynamadığı filmler için mi ücret alsa?” diye eleştirdiğimiz niteliksiz yapımlarla kariyerini doldurduğu dönemdi. Öyle ki, Razzie yani en kötülere verilen Altın Ahududu Ödülleri’nde En Kötü Bruce Willis Filmi başlığıyla onun adına özel bir kategori bile açıldı ve 2021’de rol aldığı sekiz film birbiriyle yarıştı. Willis’in 2022 tarihli tamamlanmış ya da post prodüksiyon sürecinde olan toplam 11 filmi var hâlihazırda. Bu hafta vizyona giren “Wrong Place/Son Çıkmaz” da onlardan biri.
Gönül dostumuz
Bir süredir Willis’ten dişe dokunur bir performans ve film izleyemiyorduk. Her ne kadar “Mavi Ay” dizisi ve “Zor Ölüm” serisi ile hiç sıfırı görmeyen kredisi olsa da kendini o tatlı serseri gülüşünün kolaycılığına ve vasat altı aksiyonlara hapsettiğini de biliyorduk. Daha fenası, gelen haberlere göre ortada ciddi bir sorun vardı. Willis’in çalışma temposu ağırlaşmış, diyaloglarını unutur ve iletişim kurmakta zorlanır olmuştu. Kulaktan kulağa hasta olabileceği söylentileri yayılmaya başladı. Ve geçtiğimiz mart ayı sonunda ailesi sosyal medyadan, Bruce Willis’in afazi hastalığı nedeniyle oyunculuğu bıraktığını duyurdu. Kendisinden üç yaş büyük Liam Neeson için hâlâ aksiyon senaryoları yazılırken henüz 67 yaşındayken oyunculuğa veda etmek, bir yazarın alzheimer nedeniyle yazamamasıyla eşdeğer büyük bir kayıp. Tabii bu haberden sonra biz sevenlerinin “Her teklifi kabul edip oynuyor” eleştirisi de yerini vicdan azabına bıraktı. Belli ki çok sevdiği oyunculukta olabildiğince zaman geçirmek ve mesleğini bırakmadan önce daha fazla filmde rol almak istemişti. Hiçbirimiz David Addison ya da John McClane’den gelecek böyle bir darbeye hazır değildik açıkçası. O hep yüzümüzü güldürür, her zorluğun üstesinden gelirdi. Bizi buna alıştırmıştı.
Bruce Willis’in son filmlerini izlediğimizi ve artık oyunculuk yapamayacağını bilmek, eski dostla vedalaşmak gibi… Bir kez bile Oscar’a aday gösterilmemiş Willis için özel bir ödül hazırlamak aklına gelir belki Akademi’nin. Gelmese bile bizim her zaman anılarımızın başkahramanı ve gönül dostumuz olarak kalacak.