Londra’nın tam anlamıyla merkezinde, City of London’da yer alan Barbican Center geçen hafta ilgimin odağındaydı. Zaman zaman çevresinde yürüyüşler yaptığım kafesine oturmaya gittiğim, güzel sergiler gezip konserler izleme fırsatı bulduğum Barbican, sınırları içine girer girmez bir tür bilimkurgu filmine adım atmışsınız hissi uyandırıyor.
Mimaride Brutalism adı verilen akımın etkisindeki mimarlar Chambarlain, Powell and Bon tarafından adeta betona güzelleme olarak tasarlanan, 1965-1976 yılları arasında inşa edilen 2000 konutluk proje, Londra’nın en eski ve en tarihi bölgesinin üzerine oturtulmuş. Burada milattan önce 200’e tarihlenen surlar yer alıyor. Bugün London Wall (Londra Duvarı) adı verilen bu surlar, şehri milattan önce 400’lerde kuran Romalıların milattan önce 200’lerde inşa ettiği surlar. İstanbul surlarıyla aynı yaştalar.
II. Dünya Savaşı’nda Alman bombardımanı (The Blitz) sırasında yerle bir olan bu bölgeye ne yapılacağı 1950’lerde tartışılmaya başlanmış. Bugün projenin bulunduğu alanın arsa çalışmaları zamanla tamamlanmış ve sonunda modern bir şehir yaşamının gerekliliklerini bir arada toplayan bu projede karar kılınmış. Eskiyi yeniden yaratmaya çalışmak yerine yeni bir sayfa açılmış olmasını anlamlı buluyorum. Yeni bir sayfa açmışlar ama bakın nasıl.
City of London Belediyesi’ne ait Barbican, sıradan bir konut projesi değil. İçinde konut blokları, gökdelenler, bunları birbirine ve çevredeki yollara bağlayan köprüler ve ortadaki gölden başka okul, konservatuvar, sanat merkezleri, irili ufaklı konser ve toplantı salonları, sergi alanları, konser salonları, sinema salonu var bu alanda. İçindeki okul, İngiltere’nin en iyi 10 okulundan biri olan City of London Kızlar Okulu. Konservatuvar, Guildhall School of Music and Drama. Bugün dünyanın en iyi caz ve klasik müzisyenlerini, aktör ve aktrislerini yetiştiren okul. Yani hiç sıradan bir yer değil Barbican. Şu kadar konut yaptık, bu kadar metre kare kültür merkezi yaptık meselesi değil. Nicelik kadar nitelik projesi.
Buradaki büyük konser salonunda geçen hafta Hayao Miyazaki’nin yarattığı en şahane anime hikayelerden biri olan “My Neighbor Totoro”nun neredeyse iki yıldır kapalı gişe oynayan gösterisini izleme fırsatı buldum. Çok yaratıcı, insanı her sahnesinde şaşırtmayı başaran, anime filmin karakterlerine ve sanatsal sınırlarına sadık kalmayı başararak beklentilerin çok ötesine geçen muhteşem bir gösteriydi. İşin ilginci, seyriciler arasında çocuklar azınlıktaydı. Onlardan daha fazla, her yaştan yetişkinler, büyülenmiş gibi seyrettik bu şahane sevgi hikayesini.
Gözümün önünde sahnede bu olağanüstü performans sergilenirken kafamın bir yanında betonun aslında ne kadar güzel olabileceğini düşünmeye başladım. Barbican dümdüz betondu, dışarıdan soğuk ve sert bir görüntüsü vardı ama sadece bir görüntüden ibaret değildi. İçi doğru biçimde doluydu. Dünyanın kendi kulvarında en saygın yıllık kültür programlarından birine, harika bir okul ve konservatuvara sahipti.
Dışarıdan buz gibi ama içeriden sıcacıktı (bunu altını çizerek söylüyorum, iç mekanın her köşesinde 1970’lerin sıcak dekoratif renkleri sizi karşılıyor).
Barbican’dan çıkıp ortadaki göletin çevresinde yürürken şunu düşündüm: Bir: Beton çok güzel olabilir. İki: Betonun dışı kadar içi önemli. Bu iki maddenin altını mimari ve kültürel açıdan doldurabiliyorsan yap kardeşim betonu. Döşe her yana, benim itirazım yok… Madem betondan vazgeçemiyorsun, o zaman betonun doğrusunu yap.