SERVET YILDIRIM – Washinghton’da Amerikan Hazine Bakanlığı ile Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) merkezi birbirlerine çok yakın… Küresel ekonomiye yön veren bu iki kurumun arasında 500 metre ya var, ya yok. ABD Hazinesi’nden çıkan birisi kendisini birkaç dakika sonra IMF merkez binasında bulabilir.
Yıllar önce sohbet ettiğim bir Türk bürokratı bu fiziki yakınlığa işaret ederken, “Amerikan Hazine Bakanı, odasının penceresinden bakınca IMF binasını görür. Yani ABD’nin gözü hep bu kuruluşun üzerindedir. IMF de önemli bir karar alırken hemen dönüp ABD Hazinesi’ne bakar” demişti.
Dünya Bankası ve IMF, ABD liderliğinde, Batı’nın 70 yıl önce oluşturup bugün sürdürmeye çalıştığı küresel finans sisteminin iki kritik kuruluşu. İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir sırada ABD liderliğinde 44 ülke tarafından kurulan IMF, bugün 190 üyeye ulaştı ama fon üzerindeki ABD etkisi hiç eksilmeden devam etti. Ve merkezi Washinghton’da olan bu kuruluşta ABD’nin büyük etkisi ve söz hakkı var.
1945 yılından bu yana IMF üyesi olan dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü Çin ise bu durumdan çok rahatsız. Bu rahatsızlık geçen hafta Fas’ta yapılan IMF – Dünya Bankası toplantılarında bir kere daha su yüzüne çıktı. ABD ve Çin arasındaki rekabet IMF ve Dünya Bankası’nda da devam etti. Bizim gibi gelişmekte olan ekonomiler ise aynı G-20 toplantılarında olduğu gibi sessiz bir şekilde bu kavgayı izliyorlar.
ABD ‘olur’ demezse…
Çin ekonomik gücüne oranla IMF’de yeterince temsil edilmediğini düşünüyor ve bu konuda oldukça haklı. ABD, yaklaşık yüzde 17.43 ile IMF kotalarının en büyük payına sahip bulunurken, küresel ekonomik üretimin yaklaşık yüzde 18’ini oluşturan Çin’in payı sadece yüzde 6.4. Yüzde 17.43’lük kota ile ABD yüzde 16.5’lik oy hakkına sahipken, Çin’in oy hakkı sadece yüzde 6.08. Bu demektir ki; ABD’nin oluru olmadan IMF’den kritik bir karar çıkarmak mümkün değil.
Çünkü stratejik kararların alınabilmesi için yüzde 85 çoğunluk gerekiyor. Mesela yeni üyelerin kabulü, kota artışları, Özel Çekme Hakkı tahsisleri ve IMF anlaşmasının maddelerinin değiştirilmesi için yüzde 85’lik bir çoğunluğun kabulü gerekiyor. ABD olmadan yüzde 85 ise aritmetik olarak sağlanamıyor.
Bu nedenle ABD, IMF’de kotaların orantılı olarak artırılmasını savunuyor ama oy haklarını da aynı seviyede tutmayı hedefliyor. Çin ise oy hakkını artırabilmek için kota reformu istiyor. Amerika “evet” demeden de kota reformu yapılamıyor.
ABD kritik veto hakkını sürdürmenin yanı sıra IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardaki hâkim pozisyonunu daha da güçlendirerek bu kuruluşları Çin ile olan mücadelesinde kullanmanın yollarını arıyor. Washington aynı tavrı Hindistan’da geçen ay G-20 toplantısında da sergilemişti. Afrika Birliği’nin G20’ye resmen katılmasını onaylatarak Çin ve Rusya liderliğinde BRICS’in genişleme çabasına karşı önemli bir hamle yapmıştı. Çin’in “Kuşak ve Yol” girişimine karşı bir hamle olarak ise Hindistan, Orta Doğu ve Avrupa’yı birbirine bağlayacak demiryolu ve limanlardan oluşan yeni bir ekonomik kuşak oluşturulması girişimini ortaya attı.
Tek başına IMF gibi
Türkiye’yi dışlayan bu projeyi Batılılar çok önemsiyor çünkü Çin bundan 10 yıl önce başlattığı Kuşak ve Yol projesi ile gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkisini önemli ölçüde artırdı. Çin Kuşak ve Yol kapsamında gerçekleşecek projelerin finansmanı için bugüne kadar 1 trilyon doların üzerinde finansman sağladı. Zora giren ekonomiler için ise ayrıca çeşitli kurtarma paketlerini devreye soktu. Geçen hafta Financial Times’ta yer alan bir haberde bu yolla sağlanan kaynağın son 20 yılda 240 milyar doları aştığı belirtiliyordu. Bu boyutta bir kredilendirme muazzam bir rakam. Çin tek başına bu anlamda IMF gibi çalıştığını gösterir. Demek ki; IMF’den para alamayan sıkıntılı ülkeler Çin’in kapısını çalmışlar.
Bu başarılı ve etkili projenin karşısında ABD’nin planı ise IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşları ve G-20 gibi platformlarını devreye sokmak. Biden yönetimi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere destek için yeni kaynak yaratmaya çalışıyor. Bunun için de her iki kuruluşun finansal olarak güçlendirilmesi ve sermayelendirilmesi gerekiyor. Burada da ülkelerin ellerine ceplerine atması lazım ama kimse bu işe gönüllü değil.
Sorunlara Çin’siz çözüm bulmak zor
Amerika kendisini ve hegemonyasını tehdit eden Çin’i devre dışı bırakmaya çalışıyor. Batı son 20 yılda artan Çin bağımlılığından rahatsız. Ancak dünyanın sorunlarını Çin’siz çözebilmek mümkün değil. Birçok alanda ortaya çıkan Çin bağımlılığını Çin’i devre dışı bırakarak aşmak kolay değil.
Çin, dünyanın en fazla döviz rezervine sahip olan ülkesi. Ucuz işgücü, kur desteği ve inovasyon sayesinde yıllardır verdiği dış ticaret fazlası nedeniyle Çin’in toplam döviz rezervi 3.2 trilyon dolar gibi bizim gibi ülkelerin hayal bile edemeyeceği seviyeye yükseldi. Hal böyle olunca dünyanın cari açık veren tüm ülkeleri açıklarını finanse edebilmek için Çin’in rezervine göz diktiler.
Amerika’nın Çin bağımlılığı da bu noktada başladı. Dünyanın en fazla dış açık veren ekonomisine sahip olan ABD, yıllardır bu açığı çok büyük ölçüde Çinlilere Amerikan hazine bonosu ve devlet tahvili satarak finanse ediyor. Şu anda Çin’in elinde 850 milyar dolarlık ABD hazine kâğıdı bulunuyor. Diğer bir deyişle kişi başı geliri 12 bin dolar olan Çinliler üretip tasarruf ederken kişi başına geliri 80 bin dolar olan Amerikalılar ise tüketiyor.
Alternatif üretiyor
Çin dünya finans sisteminde aleyhine olan koşullar ve doların hegemonyası nedeniyle alternatif üretmeye de başladı. Mesela Çin Rusya ile ticaretinin yanı sıra İran ve Suudi Arabistan’dan petrol alırken ya da Brezilya ile ticaret yaparken de yuan kullanıyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından şekillendirilen ve merkezinde IMF ile Dünya Bankası’nın yer aldığı küresel ekonomik düzene alternatif yaratmak ve küresel ekonomideki etkisini artırmak için Çin “yeni kurumlar” inşa etmeye ya da BRICS’te yaptığı gibi var olanları güçlendirmeye çalışıyor.
Görünen o ki; Çin ile ABD arasındaki bu kavga sürecek. Ve bu çekişmenin ortasında kalan IMF gibi kurumların küresel ekonomideki konumları da tartışılmaya devam edecek.