İstanbul gibi dünya mirası bir şehrin yönetiminde görev alanların belki bazılarımız için küçük, ama bence önemli olan bu gibi detaylara dikkat etmeleri gerekir. Elbette şehrin belirli noktalarında park ve bahçeler içine ağaç dikilecek ve insanların hem gölgesinden hem de görünüşlerinden faydalanması sağlanacaktır. Ama bu işin de bir ilmi, bir üslubu vardır.
1 Eylül 2013 günkü Milliyet gazetesinde “Anıtsal Yapılarımız Ağaçtan Görünmüyor” başlıklı bir yazı yazmıştım. Aradan geçen on yılı aşkın süre içinde bu konuda çeşitli eleştiriler aldım ve bazı kişilerce ağaç düşmanı ilan edildim. 8 Kasım 2023 günü bir seminere katılmak için İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası’na gitmem gerekti. Bahçeye girdim ve aklıma daha önce kaleme aldığım bu yazım geldi. Üniversitenin bahçesi adeta küçük bir ormana dönüşmüştü. Gökyüzüne yükselen ağaçlardan dolayı ne binalar ne de İstanbul’un simgelerinden biri olan Beyazıt Kulesi görünüyordu. Daha sonra eski fotoğrafları karıştırdım ve Beyazıt bölgesinde hemen hiç ağaç olmadığını gördüm. 1900’lü yılların başında çekilen fotoğraflarda o dönem Seraskerlik olarak kullanılan günümüz hem Rektörlük Binası hem Seraskeri Taht Kapısı hem de Beyazıt Kulesi tüm haşmeti ile görünüyordu.
Başka ülkeler
Birden gezdiğim Avrupa şehirlerini düşündüm ve böylesi önemli yapıların çevresinin alçak bitkilerle kaplı olduğunu, hemen hiçbir ağacın olmadığını hatırladım. Nedir bizim bu ağaç merakımız? Olur olmaz hemen her yere ağaç dikmemiz? Sanırım şehrin hemen her yerine ağaç dikme merakı Sultan II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) başlıyor. Sultan Abdülmecid döneminde (1839-1861) tamamlanan Dolmabahçe Sarayı’nın önündeki meydan alçak bitkilerle donatılır. Daha sonra gerek bu meydan gerekse Beşiktaş’a doğru uzanan yolun her iki tarafına çoğunluğu çınar olmak üzere çeşitli türde ağaçlar dikilir. Böylelikle saray meraklı gözlerden gizlenmiş olur. Eğer denizden görünümü de olmasa nerede ise orada bir saray olduğunun kimse farkına varmayacaktır. Benzer şekilde ağaçlarla örtülme serüveni Topkapı Sarayı’nın da başına gelir. Gerek I. Avlu gerekse sarayın yakın çevresi yoğun ağaçlarla çevrilir. Gülhane Parkı içinde denetimsiz büyüyen bu ağaçlar sarayı tümüyle çevreler ve nerede ise Topkapı Sarayı’nı görünmez hâle getirir. XX. yüzyılın ortalarına kadar şehrin hemen her noktasından görülen İmparatorluk Sarayı ve onun simgesi olan Adalet Kulesi sanki büyük bir marifetmiş gibi görünmez hâle getirilir.
İstanbul
Bir başka örnek Sultanahmet Meydanı’dır. Yüzyıllar boyunca İstanbul’un en önemli meydanı olarak kabul edilen bu meydanın çevresindeki yoğun ağaçlar, Sultanahmed Camii’nin de İbrahim Paşa Sarayı’nın da görünmesine mâni olmaktadır. Üstelik bahsettiğim alanlardaki çürüyen ağaçların yerine yenileri dikilmekte olup anıtsal yapıları örtme anlayışımız hâlen devam etmektedir. Ekteki fotoğrafta da görüldüğü gibi Sultanahmed Meydanı’nı tanımak gerçekten çok güç sağ tarafta Defter-i Hakâni binasıyla, İbrahim Paşa Sarayı, sol tarafta Sultanahmed Camii görünmez hâle gelmiş, ortadaki top şeklindeki ağaç ise üç bin beş yüz yıllık Dikilitaş’ı örtüyor.
İstanbul gibi dünya mirası bir şehrin yönetiminde görev alanların belki bazılarımız için küçük, ama bence önemli olan bu gibi detaylara dikkat etmeleri gerekir. Elbette şehrin belirli noktalarında park ve bahçeler içine ağaç dikilecek ve insanların hem gölgesinden hem de görünüşlerinden faydalanması sağlanacaktır. Ama bu işin de bir ilmi, bir üslubu vardır. Burası herhangi bir şehir değildir, geçmişi binlerce yıla uzanan, dünyada bir başka örneği olmayan bir şehirdir.
Alexander Van Millingen, 1906 yılında Londra’da yayımlanan “Constantinople” isimli kitabında; “İstanbul’da yaşamak çok geniş bir dünyada yaşamaktır… Bu kentin üstün vasıflarına kapılmış olan bir kişi buradan ayrılıp başka bir yere yerleşmeye karar verdiğinde, bir dağın zirvesindeki uçsuz bucaksız manzaradan vazgeçip bir vadinin duvarlarıyla kuşatılmış bir yaşamı kabullenmesi gibi yaşamının ufukları küçülerek daralır” demektedir.
Anlaşılan o ki günümüzde bu şehirde yaşayanların ve onun yönetimine talip olanların çok büyük bir bölümü hangi şehirde yaşadıklarının ve hangi şehrin yönetiminde olduklarının farkında değiller. Ne yazık ki on beş milyona ulaşan şehir nüfusunun yaklaşık iki milyonu, yani yedide biri İstanbul nüfusuna kayıtlıdır.
Anıtsal yapılarımızdan utanıyor muyuz?
İstanbul’un anıtsal yapılarını örten, onları görünmez kılan gelişigüzel dikilen ağaçları denetim altına almamız, örneğin Dolmabahçe-Beşiktaş arasındaki kurumuş veya hastalıklı ağaçları iyileştiremiyorsak kesmemiz, yerlerine fazla yükselmeyen veya her yıl budanarak form verilen ağaçlar dikmemiz gerekir.
Bu satırları yazdığım sırada sevgili dostum Dr. Şükrü Karatepe hocanın “Şehir Ağaçları” isimli son kitabı elime ulaştı. Şükrü Hoca önsöz bölümünde Kayseri Büyükşehir Belediye başkanıyken başından geçen bir olayı anlatıyor. Bir dönem tarım arazisi olarak kullanılan ve sulak olduğu için kavak ağacı da yetiştirilen alan imara açılınca mevcut kavakların bir kısmı kesilir. Ancak bahçelerde veya kaldırımlarda kalan çok sayıda kavak ağacı yaşamaya devam eder. Kavak ağacı endüstri kullanımı için yetiştirilir ve oldukça kısa bir ömrü vardır. Yaşam süresini dolduran ve kesilmeyen ağaçlar çevre için tehdit oluşturmakta ve özellikle bahar aylarında yaydığı polenler ile sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Kesilmelerine ve yerlerine akçaağaç, dişbudak, çınar, ıhlamur gibi Kayseri iklimine uygun, uzun ömürlü ağaçlar dikilmesine karar verilir. Şükrü Hoca bu eyleminden dolayı mahkemeye çıkmaktan son anda kurtulur. Suçu ağaç kesmektir, hâlbuki onun yaptığı şehrin sorumlusu olarak var olan sorunları çözmektir, eyyamcılık yapmak değil. Ne yazık ki ülkemizde her zaman farklı şeyler yapanlar soruşturma konusu olur, hiçbir şey yapmadığınız takdirde ne soruşturma geçirirsiniz ne de mahkemelerle uğraşırsınız.
Şehir Ağaçları
“Şehir Ağaçları” adlı kitap şehir ve şehir yaşantısı hakkında karar veren her yönetici, özellikle de peyzaj düzenlemesi yapan görevliler tarafından dikkatle okunmalı, hatta el kitabı olarak her zaman ulaşabilecekleri bir yerde durmalı. Kitap “Ağaç, İnsan ve Şehir” isimli ön bölümü takiben “Geniş Yapraklı Şehir Ağaçları, İğne Yapraklı Şehir Ağaçları, Dekoratif Şehir Ağaçları” olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Geniş yapraklı yirmi iki ağaç, iğne yapraklı sekiz ağaç ve dekoratif olarak on üç ağaç incelenmiş ve oldukça detaylı açıklanmış.
“Şehir peyzajında kullanılan odunsu bitkiler, ağaçlar ve çalılar olmak üzere iki temel gruba ayrılır. Gelişkin döneminde, boyu beş metreden yüksek, gövde çapı on santimetreden kalın olan, tepe tacını tek bir gövde ile taşıyan odunsu bitkiler ‘ağaç’ kabul edilmektedir. Beş metreden daha az boylanan ve toprak seviyesinden itibaren birden fazla gövdeye sahip olan odunsu bitkilere ise ‘çalı’ adı verilmektedir.” (s. 139)
Sanırım çoğu insanımız ağaç ile çalı arasındaki farkı bilmiyor. Elbette bazı yapıların çevresini yeşil örtü ile donatmamız lazım, ancak bunların ille de ağaç olması gerekmez, zaman zaman budanan ve şekil verilen çalı türü bitkiler bu iş için en iyi tercihtir. Ancak özellikle bu işin müteahhitliğini yapanlar için çalı dikiminin getirisi tatmin edici değildir. Bu nedenle hızlı yetiştirilmiş ağaç dikimini isterler. Özel alanlarda hızlıca büyütülmüş ağaçlar ise yeni dikildikleri yerlere uyum sağlamakta sıkıntı çeker ve çoğunluğu kısa süre içinde kurur. Ne gam, dikimi yapılmış ve bedeli tahsil edilmiştir.
Ermitaj Müzesi, St. Petersburg
Notre Dame
Zaman zaman yaptığım seyahatler sırasında bu konuda Notre Dame Katedrali dikkatimi çeken bir örnektir. Ön cephesinde yapının görünümünü örten hiçbir ağacın bulunmadığı yapının arka bölümünde ağaçların gölgelediği küçük bir park bulunmakta, parkın içine ıhlamur ağaçları dikilmiş, ancak hiçbirinin boyu dört-beş metreyi geçmiyor. Hepsi bahar aylarında budanıp, şekil veriliyor. Notre Dame Katedrali’nin arka cephesini rahatça seyredebiliyor, fotoğraf çekebiliyorsunuz. Bizim ülkemizde bu tür uygulamalar yapmak çok mu zor? Bunun için biraz bilgi ve alaka dışında neye ihtiyacımız var? Gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum…
Şükrü Karatepe, Şehir Ağaçları, Ankara, 2024.
Buckingham Sarayı, Londra