Efnan Atmaca – Hayata eksik başlamış Suna, Fırat ile tamamlanır sanmış. Yaşadığı sonla anlıyor ki kendi kendine tamamlanması lazım insanın. Evinden her gün selam verdiği servi ağacı yalnızlığına ilaç. Ne zaman ki o servi ağacını yerine bina yapmak için keseceklerini duyuyor Suna, işte o zaman ayağa kalkıyor. Parktaki simitçiden ödünç aldığı hikâyeyi allayıp pullayıp orada yatır olduğunu söylüyor cümle âleme. Böylelikle hem parkı kurtarıyor hem de o hikâyeyi kulağına fısıldayan Servi Nine’yle koynunda yatırdığı üç kadının Zemzem, Bedriye ve Yeter’in yaşadıklarının unutulup gitmesine izin vermiyor. Onların hikâyesi bitince kendi hikâyesini yazıyor bu kez Suna. Cesurca, özgürce… Servi Nine yüz yıllar öncesinden seslense de görüyoruz ki kadınların kaderinde hep zorluklar var, şiddet var! Biter mi? Biter tabii! Eğer kadınlar dayanışırsa. Arlin Çiçekçi’nin Duygu Asena Ödülü’nü alan “Servi Nine ve Üç Güzeller” kitabının kıssadan hissesi böyle, benim anladığım. Bakalım yazarı neler anlatacak.
Kitaba “Hayat anlardan ibaret derler ama yanılırlar, hayat aslında sonlardan ibarettir” diye başlayıp her sonun yeni bir başlangıç olduğunu anlatıyorsunuz. Bir çember gibi sonlar ile başlangıçlar birbirini kovalıyor ve bir yerde iki uç birleşip insanın kendi eliyle ördüğü yepyeni bir hayatı ortaya çıkarıyor. Yeni başlangıçlar yapabilmek için sonlar mı gerekli?
Hayatta bildiğimiz tek bir son var o da ölüm, gerisi değişim veya dönüşüm. Hayat devam ettiği sürece; bir olaya “Mutlu bitti” veya “Kötü bitti” diyemeyeceğimizi hemen hemen hepimiz deneyimlemişizdir. Mesela işten çıkarıldığında o sırada bunu başına gelebilecek en kötü şey olarak gören birisi, bir yıl sonra “İyi ki çıkarmışlar yoksa tüm bunları nasıl başarırdım ben” diyebilecek raddeye gelebiliyor. Kısacası kitabı sonlardan mamul bir hikâye olarak anlatma fikri böyle basit bir düşünceden çıktı aslında.
Servi Nine’yle yüz yıllar öncesine giderken Suna’yla tam da bugüne geliyoruz. Yaşadığımız topraklardan geçmiş tüm kadim kültürlerden izler serpiştiriyorsunuz. “Küçük Prens”te “Rüzgâr sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç” denir. Var mı bununla bir ilgisi?
Bu şekilde düşünmemiştim hiç ama çok güzel bir benzetme gerçekten. Sonuçta Suna’nın tüm mücadelesi Servi Nine’yi toprağından sökmeye çalışanları durdurmak üzerine kurulu. Bir şekilde Suna belki de kadın dayanışmasını simgeliyor, dayanışmanın vücut bulmuş hâli. Biliyor ki Servi toprağına tutunmaya devam edebilirse hepimiz tutunabileceğiz. Servi yattığı yerde huzur bulursa hepimiz huzura ereceğiz. Bu sadece kadın dayanışmasıyla sınırlı da değil aslında. Ötekileştirilen, ezilen, haksızlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe maruz bırakılan herkes için geçerli. Brecht’in dediği gibi “Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden ya hep beraber ya da hiçbirimiz!”
Depremden sonra bir mezarın başına tahta bir levha koymuşlardı, fotoğrafı hatırlarsınız mutlaka. Levhanın üzerinde “Kimsesiz kız çocuğu” yazıyordu. İşte o kız çocuğunun ‘kimse’si olmada zayıf kalıyorsak bizim de güç alabildiğimiz bir kök yok demektir. Hâliyle rüzgâr bizi sürüklemeye devam eder.
Yarı masalsı yarı mistik bir üslup ve çok lezzetli bir dil var kitabınızda. Bunu sormadan geçemeyeceğim. Çatıyı kurarken üslup ve dil sizin için ne kadar önemliydi?
Böyle düşünmenize sevindim, teşekkür ederim. Açıkçası benim de yazarken tanıştığım bir dil oldu bu. Yazdıkça birbiri üzerine inşa olmaya başladı ve yazım süreci de o yüzden çok keyifli ilerledi benim için. Hem Osmanlıca, Arapça, Farsça kökenli kelimelerin, hatta yerel ağızların ve argonun da bir aradalığıyla metni köpürtebilmekten keyif aldım hem de o dil sayesinde, farklı zaman ve mekânlar arasında yumuşak geçişler yapabildim. Bir anlamda, aslında hikâye bu çoklu dili doğurdu ama ortaya çıkan bu dil de hikâyeyi besledi.
İyilik genelde haber değeri taşımıyor
Hep tartışıyoruz “Kadın kadının kurdu mu yurdu mu” diye. Kitabınızda kadınlar birbirine yurt oluyor. Güçlerini birleştirince zalimin zulmüne uğramış kadınlar değiştirebiliyorlar kaderlerini. Birlik olunca kadınlar, makûs talihleri değişir mi?
15 yıl önce Microsoft’taki iş hayatıma kadın bir yöneticinin ekibinde başladım. O dönem bunu paylaştığım birçok insandan, “Müdürün kadın mı yoksa? Vah yazık. Çok zorluk çekeceksin, bak gör” gibi sayısız yorum duydum. O yaşta, genç bir kadın olarak özellikle bir kadının “Kadınlar kötü yönetici olur” diyebilmesini çok rahatsız edici bulmuştum ama karşı argüman geliştirmek için ne yeterli deneyimim vardı ne de özgüvenim. Ama gerek bahsettiğim yöneticim Aslı Beşikçioğlu Sutton gerekse kariyerim boyunca karşılaştığım diğer kadın müdürlerimle, bana o gün söylenen ne varsa tam tersini yaşadım. Hâlâ da yaşıyorum. Tabii, aralarından iyi olmayanlar da çıkmadı değil ama tek tük, yine de daha kalabalık olan onlarmış gibi gözüküyor. Çünkü iyilikler ve iyiler genelde haber değeri taşımıyor ya da anlatılmak için yeterince ilgi çekici bulunmuyor. O yüzden “Kadın kadının kurdudur” gibi yorumları hem yanlış hem de tehlikeli buluyorum. Yerleşmesine izin verilmemesi gereken yanıltıcı bir genelleme. İlk kitabın basım aşamasından bugüne kadar da en büyük dayanışmayı yine yayın dünyasındaki kadınlarla yaşadım: Kadın yazarlar, editörler, eleştirmenler, gazeteciler ve kadın okurlar. Arada özgüvensizlikleriyle yalnızlaşmış ve dolayısıyla kötücülleşmiş olanlar yok mu? Var tabii ama düşünülenden azlar. Aslolan ve daha büyük olan dayanışma ruhunu samimiyetle taşıyanlar. En azından ben kendi adıma, yüzümü onları görebileceğim yerlere çevirmeyi tercih ediyorum.
‘Hiçbir ödül bu kadar anlamlı olmazdı’
Duygu Asena Roman Ödülü’nü kadınların, zaman ve mekân değişse bile yaşadığı zorlukları anlattığınız kitabınızla almak size nasıl hissettirdi?
Öncelikle büyük bir mutluluk ve onur duydum tabii ama peşinden aynı yoğunlukta bir sorumluluk hissi doğdu. Bu ödülü almak demek, bir anlamda kadın hakları alanındaki mücadelenin simgesi hâline dönüşmüş Duygu Asena’nın isminin yanında sizin de isminizin geçmesine müsaade edilmiş demek. Bunu başlı başına yüklü bir sorumluluk görüyorum.
Ödülü, “Servi Nine ve Üç Güzeller” ile almaksa apayrı bir anlam taşıyor. Ben, bu romanı yazmaya başladığımda kadınlara yönelik şiddetin ve baskının tarihini odağına alan bir hikâye yazacağımı bilmiyordum. Aklımda sadece hafif ironisi olan, varlığı yokluğu meçhul bir yatır hikâyesi anlatmak vardı. O yatırda yatan evliyanın kim olması gerektiğini düşünüp de nihayetinde, bir kadın olması gerektiğine karar verince araştırma aşamasında karşıma Osmanlı Tarihi’nde kayda geçmiş ve soruşturması yapılmış ilk kadın cinayeti vakası çıktı. Kiraz Akın’ın Ebru Boyar ile yaptığı bir röportajda bahsediliyordu bu olaydan. Sonrasında bu tarihi vakaya (1702) yer veren kitapları arayıp buldum. Kaynaklardan birinde, ölüm soruşturması kayda geçmiş bu ilk kadının adı Meryem olarak anılıyor ama diğer kaynaklarda kadının adı geçmiyor. İşte o kadın, bu romanın Servi Ninesi oldu. Vakanın kayda geçmesini sağlayan yani komşusunun ölümünden şüphe duyup şikâyette bulunan ve olayın peşini bırakmayarak çıkabileceği en üst yargı makamına kadar çıkan da yine başka bir kadın. Yani bir anlamda tarihimizde dayanışması kayda geçen ilk kadın. Tabii onun da adı yok kayıtlarda. İşte o da hikâyenin Gülsüm’ü oldu. Özetle o iki kadına bir ad verebilmiş oldum ve dayanışmalarını büyütebilecek başka kadınlar hayal ettim… O yüzden bu hikâyeye verilebilecek başka hiçbir ödül kadar anlamlı olamazdı.