MÜJDE IŞIL- Bir James Wan projesiyle karşı karşıyaysak oyunbazlığa da hazır olmamız gerekiyor demektir. Hikâyesi Wan’a ait “MEGAN” da kontrolden çıkan yapay zekâdan, bir çocuğun en yakın arkadaşı olan oyuncağının korku kaynağına dönüşmesine kadar sinemanın bilindik klişelerini kullanıyor ama seyirciyi sanal dünyanın sahteliğine karşı da uyarıyor.
Dokuz yaşındaki Cady, anne ve babasını trafik kazasında kaybediyor. Velisi, teyzesi Gemma oluyor. Teyze, bir oyuncak şirketinde çalışıyor ve yeğenine fazla vakit ayıramadığı için gerçek çocuk görünümlü, yapay zekâya sahip bir oyuncak tasarlıyor. MEGAN (Model 3 Generative Android) adlı bu robotumsu oyuncak Cady’ye hem arkadaş hem de anne oluyor. Ancak Cady’i korkutup zarar veren insanlara karşı duyduğu öfke zamanla kontrolden çıkıyor.
Sanal değil doğal
Film, ‘90’ların popüler oyuncağı Furby’yi anımsatan bir oyuncağın reklamıyla başlıyor. Anne-babasının ölümünün ardından Cady’nin teyzesi ile iletişim kurma çabası da yine oyuncak üzerinden oluyor. Tek başına yaşayan ve kariyerine odaklı Gemma Teyze’ye, Cady’nin sorumluluğunu üstelenmek zor gelince o da hem arkadaş hem öğretmen hem de bir nevi anne gibi davranacak bir oyuncak tasarlıyor. Satışı için 10 bin dolar fiyat biçilen MEGAN adlı bu oyuncak ilk başta kurtarıcı ve hatta teknoloji mucizesi gibi algılansa da işin rengi değişiyor tabii.
“MEGAN”ın asıl derdi çocuğuna ebeveynlik yapmaktan kaçınan, onları sanal âlemin oyalayıcılığına teslim eden, manuel yerine otomatik anne-babalık yapanları eleştirmek; yani iletişimsizliği ve teknolojiye bağımlılığı… Gemma’nın oyuncaklarını koleksiyon diyerek Cady’den sakınması, onu başından savmak için ekranda ne kadar zaman geçirdiğini önemsememesi ve en nihayetinde veliliği üstlenmekten kaçınıp kendi yerine “oyuncak bir veli” geliştirmesiyle film; ağlayan çocuğunun eline cep telefonu tutuşturan, bilgisayar başında ne kadar zaman geçirdiğini umursamayan, sofrada beraber yemek yerken yüz yüze konuşmak yerine telefonuna kilitlenen ebeveynlere ayar çekiyor.
Peki, film bu ayarı kimin üzerinden çekiyor? Bekâr, tek başına ayakta durmaya çalışan, sevdiği işi mesleği hâline getirmiş bir kadın üzerinden… Üstelik onun sürekli tartıştığı komşusu da tek yaşayan yaşlı bir kadın. Bu açıdan “MEGAN”ın ‘80’lerin muhafazakâr Reagan’lı Amerikan sinemasının izinde gittiği söylenebilir. Eğer buna kafayı takmazsanız film, finaline kadar ilgiyle izleniyor. Hatta James Wan’ın kan revan sinemasından uzak durması, psikolojik gerilime odaklanması gerçekten keyifli. Finale doğru ve finalde şiddet dozunu artırıp oyuncağı iblisimsi fiziki hareketlerle donatmak ise başından beri gelen o ağırbaşlı tarzı zedeliyor epeyce.
“Get Out”tan hatırladığımız Allison Williams, Gemma Teyze’nin gelgitlerini elinden geldiğince yansıtsa da Violet McGraw’ın travmatik bakışları, filmin psikolojik yükünü artırıyor ve daha derin iz bırakıyor. Devam filmine göz kırpan sonu neye evrilir bilinmez ama “MEGAN”ın tıpkı Barbie benzeri ikonik oyuncaklar gibi kıyafetleriyle, bakışıyla kendi sinema türünde kalıcı bir figür olma ihtimali yüksek.
Vizyonda öne çıkanlar
“Operation Fortune: Ruse de guerre/Servet Operasyonu”: Guy Ritchie’nin yönettiği film, MI6 ajanı olan Orson Fortune ve ekibinin aksiyon dolu hikâyesini anlatıyor. Orson Fortune ve ekibine, dünyayı tehdit edecek düzeyde ölümcül olan bir silahı yok etmek için görev veriliyor. Ancak bu tehlikeli silah, milyarder bir silah tüccarının elindedir. Başrollerini Jason Statham, Hugh Grant, Aubrey Plaza ve Josh Hartnett’ın paylaştığı filmin oyuncu kadrosunda Kaan Urgancıoğlu ve Tim Seyfi de rol alıyor. Çekimleri Antalya’da gerçekleşen filmde Kaleiçi bölgesini, su kemerini, EXPO alanını, Cumhuriyet Meydanı’nı ve muhteşem Aspendos Antik Tiyatrosu’nu görmek mümkün.
“EO/Aİ”: Usta Polonyalı sinemacı Jerzy Skolimowski, yedi yıl aradan sinemaya dönüş yaptı ve hüzünlü bir eşeğin kocaman gözlerinden dünyanın hâlini beyaz perdeye aktardı. Polonya’da bir sirkte doğan Aİ hayat yolunda hem iyi hem kötü insanlarla karşılaşıyor; kader onu hem felaketlerle hem sınırsız mutlulukla sınıyor ancak o her şeye rağmen masumiyetini hiç kaybetmiyor. Skolimowski’nin, kendisini ağlatabilen tek film olan Robert Bresson’un 1966 klasiği “Au Hasard Balthazar/Rastgele Balthazar”dan esinlendiği film, Polonya’nın Oscar temsilcisi.