Müjde Işıl – Kapısı sokağa açılan sinemalarımızın sayısı her geçen gün azalırken, kent kültürü için önem taşıyan tarihi mekânların yaşatılmasının önemi daha da artıyor. Bugün, ‘90’lardaki semt sinemalarının çoğu yok. Bina olarak kalabilenler arasında Alkazar gibi spor merkezi konumuna dönüşenler de var, Osmanbey Gazi gibi atıl durumda bekleyenler de… Bir de yazlık sinemalarımız var ki onların neredeyse hiçbiri bugün mevcut değil. Yazın bazı belediye ve kuruluşların çabalarıyla ya da pahalı otellerin havuz başlarında açık hava sinemaları yeniden canlandırılıyor ama hem hedef kitle hem de bir araya gelme koşulları oldukça değişmiş durumda. Deneyimli sinema yazarı Burçak Evren’in kaleme aldığı ve İBB Yayınları’ndan çıkan “Düş Bahçeleri: İstanbul’un Yazlık Sinemaları Tarihi”, geçmişin yazlık sinemalarını sadece tarihi değil, sosyo-ekonomik açıdan da ele alarak toplumsal bir özet çıkarıyor. “Yazlık sinemalar ne geçmiş zaman özlemi ne de yaz gecelerinin yalnızca film izlenen yerleridir. Yazlık sinemalar ailece, mahallece gidilen; her statü, sınıf, kuşak ve yaştan insanın bir araya gelerek bir şeyleri bölüşüp paylaştığı mekânlardır” diye özetliyor kitabın temasını Burçak Evren. O hep özlediğimiz geçmişin simgelerinden biri olmasının nedeni de herkesin eşit koşullarda ve gökyüzünün çatısı altında bir araya gelebilmesiydi hiç kuşkusuz. Kitapta yazlık sinemaların toplumu birleştirmede ne kadar etkin olduğu maddeler hâlinde sıralanmış. Herkesin yürüyerek ulaşabildiği, bütçesi kısıtlı olanların bile haftada bir kez ailecek film izleyeceği kadar biletlerin ucuz olması, zengin-fakir fark etmeksizin herkesin aynı ücreti ödeyerek aynı tahta iskemlelerde yan yana oturabilmesi ütopya gibi görünen ama gerçekten yaşanmış bir hemhâl olma durumu…
Şaşırtan istatistikler
Tabii işin bir de başka boyutu var. Çoluk çocuğu ağladığı için kapalı salonlara gidemeyenlerin de uğrak yeriydi yazlık sinemalar. Seyircinin ıslıkla, küfürle tepki verdiği, sıralar arasında rahatça dolaşıldığı, konuşmanın gırla gittiği yazlık sinemalar, bugünün steril film izleme konusunda hassas olan sinemaseverlerine saç baş yoldurabilirmiş.
Şubat 1897’de Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi’nin bahçesinde, kış mevsimi olmasına rağmen açık havada yapılan ilk gösterim bilgisinden sonra kitabın en önemli bölümlerinin başında yazlık sinema istatistikleri geliyor. 1913’ten itibaren yıl yıl ve bölge bölge yazlık sinemaların listesi var. Örneğin 1960’da İstanbul Fatih’te 21 açık hava sineması varmış ve bu mekânlar, filmleri yaklaşık 1 milyon 700 bin seyirciyle buluşturmuş. 1989’daki resmî verilere göre ise Türkiye’de 562’si kapalı ve 205’i yazlık olmak üzere toplam 767 sinema varmış. 80 darbesi, televizyon ve videonun seyirciyi eve yöneltmesi yazlık sinemaları da etkiliyor. ‘90’larda Türkiye’deki çoğu yazlık sinema seyircisizlikten kapanıyor. Kitaptaki İstanbul’un belli başlı yazlık sinemalarının tarihi, bir zamanlar ne kadar dışarıda ve birlikte yaşadığımızın kanıtı. Pandemi koşullarının zorluğunda, bilet fiyatlarının yüksekliğinde, birlik ruhuyla film izlemenin coşkusunun azaldığı zamanlar için değeri daha artmış bir eser “Düş Bahçeleri: İstanbul’un Yazlık Sinemaları Tarihi”.
Kaçacak yerim mi var?
Claire Denis imzalı “Stars at Noon/Öğle Güneşinde Yıldızlar” bu sene Cannes Film Festivali’nden Grand Prix (Büyük Ödül) ile dönmüş; yönetmen tarafından, Denis Johnson’ın 1986 tarihli romanından uyarlanmıştı. Başrollerde Andie MacDowell’ın kızı Margaret Qualley ile Time’ın yıldızı parlayanlar listesine aldığı Joe Alwyn paylaşmaktaydı. Konusu da hayli ilginçti. Pek telaffuz edilmese de adının Trish olduğunu öğrendiğimiz genç bir kadın, Nikaragua’da gazetecilik yapıyor. Biz onun habercilik geçmişini bilmiyoruz ama ülkede üst düzey mevkilerde iyi ilişkiler kurduğunu anlıyoruz. Günün birinde petrol şirketinde çalıştığını söyleyen İngiliz Daniel’a âşık oluyor. Ülkede kalmaları giderek zorlaşırken birbirlerine güvenerek hayata tutunmaya çalışıyorlar.
“Öğle Güneşinde Yıldızlar”da Claire Denis ‘80’lerin “Under Fire”, “Salvador” gibi Orta Amerika’da geçen gazetecilik temalı politik filmleriyle ‘80’lerin ve ‘90’ların erotik gerilimlerini harmanlayıp güncellemiş. İşin politik ve gazetecilik tarafını ise hayalet gibi konumlamış. Diyaloglar arasındaki kısa cümlelerden Nikaragua’da seçim olacağını, Trish’in faili meçhul cinayetlerle ilgili bir zamanlar haber yaptığını vs. öğreniyoruz. Arka planda polis, gizli takipler, ajanlar da var ama film, Nikaragua’nın kaygan politik zemininden ziyade iki âşığın bu zeminde ayaklarının kaymalarını dert ediniyor. Ancak karakterler o kadar kapalı ki ne kaçma motivasyonları anlaşılabiliyor ne de aşklarının inandırıcılığı… Sanki karakterler kendileri aralarında her şeyi konuşmuş da seyircinin buna tanıklık etmesine gerek yokmuş gibi mesafeli bir tavrı var filmin. Olaylar, diyaloglar, kişilerin geçmişlerinde hep bir kopukluk hissi yaşanıyor. “Güncelleme” kısmı ise pandemi vesilesiyle maskelerden ibaret kalıyor.