‘Acılarımızı gülerek iyileştiriyoruz’

Seyhan Akıncı – Yiğit Sertdemir tiyatro evrenimizin en özel isimlerinden birisi. Birçok ödüle sahip Sertdemir, İBB Şehir Tiyatroları’nın bu sezona damga vuran iki oyunu “Cadı Kazanı” ve “Tartuffe”te yönetmen olarak çıkıyor karşımıza. Tiyatro salonlarının dolup taşması ile ilgili, “İcra ettiğimiz sanatın icracıları olarak gerekliliğimizle ilgili büyük bir yüzleşme yaşadık” diyen Sertdemir, tiyatro yapma biçimi olarak “birbiri için oynamanın” öneminin altını çiziyor. Biz de oyuncu, yazar ve yönetmen Yiğit Sertdemir ile Sadabad Sahnesi’nde bir araya geldik ve tiyatro üzerine söyleştik.

İBB Şehir Tiyatroları’nın bu sezonunun imza sezonlardan biri olduğu konuşuluyor. Tiyatro evreninin bir üyesi ve bir tiyatro izleyicisi olarak siz nasıl değerlendirirsiniz?

Pandemiden çıktığımız için büyük bir açlık, tuhaf bir yoksunluk da var. Bir yanıyla çok korkunç bir yanıyla gereken bir yüzleşme de… İcra ettiğimiz sanatın icracıları olarak gerekliliğimizle ilgili büyük bir yüzleşme yaşadık. Öyle bir süreçten geçtik ki mesleği yapamamanın ya da varoluşumuzu gerçekleştiremememizin dışında bir de bize olan ihtiyaçla yüzleştik. Bu bence güzel bir tokattı. Yaşanan bütün sıkıntılardan bağımsız söylüyorum. Öyle bir süreçten geldiğimiz için hem oyuncularda hem de izleyicilerde gördüğüm şey bir açlık hissi. Şimdi enteresan bir kavuşma, bir vuslat hâli içerisindeyiz. Şehir Tiyatroları da klasikleri ön plana alarak çok değerli bir başlık attı.

”Cadı Kazanı”nın prömiyeri sonrası “Siz bana yeni bir yaşam lütfettiniz” diye yazdınız sosyal medya hesabınızda. Bunu açabilir misiniz?

 “Cadı Kazanı” özelinde söylüyorum prova sürecinde o kadar özel bir zaman paylaştık ki gerçekten benim sıfırlandığım, öldüğüm ve yeniden doğduğum bir şeye dönüştü. “Yaşam, Tanrı’nın en büyük lütfudur bize”, Arthur Miller’ın oyundaki cümlesi. Ben de ekibe “Siz de bana bir yaşam lütfettiniz” derken aslında birazcık bunu kastettim. Beni yeniden doğurdunuz; yeni bir bilgiyle, yeni bir şefkatle sarmaladınız. Bunu söylemek istedim. Ben yıllardır hep böyle tiyatro yapmaya çalışıyorum. Hep ekip ruhu, ortak akıl, birbiri için orada olmak, partnerin için oynamak… Hep öyle yaptığım için de sadece buna inanıyorum. Sadece buna inandığım için de mutluyum.

Bazı yazarlarla, yönetmenlerle tanışırız ama onları bu tanışmadan epey sonra anlarız çoğunlukla… Sizin Molière ile tanışma ve onu anlama serüveniniz nasıl şekillendi?

Ben Molière’e gülmezdim doğrusu, neyin komik olduğunu da anlamazdım. Biraz yavan gelirdi. Ki benim tiyatroya başlama serüvenimin kahramanları Zeki-Metin, Nejat Uygur gibi aslında Molière’in tiyatrosunun da içinde olduğu o geniş halk tiyatrosu dediğimiz komedyanın da bulunduğu yerden kaynaklanıyor. Ona rağmen nedense gülemediğim bir evrendi. Okudukça, hayatı anlamaya başladıkça, dönemi öğrenmeye gayret ettikçe, yaşadıkça, arızalarımız oldukça, yaralarımız belirginleştikçe bende de komediyi ve Molière’i algılama biçimi farklılaştı. Hâlâ o komik görünen şeyler bana komik gelmese de gülmeye başladığım yer -Molière’in acısını da anladığımı düşündüğüm yerden söylüyorum- acıyı sağaltmak için var olan bir şeye dönüştü. Acılarımızı birbirimizle gülerek iyileştiriyoruz. Bunu idrak edince işler farklılaşmaya başladı. Molière’e de farklı bakmaya başladım. Molière’in bendeki serüveni büyümemle beraber gerçekleşti.

Siz bu can yakıcı komediyi sahnelerken neler deneyimlediniz?

“Tartuffe”te bir dil tercihi var. Daha kalın hatlı ve acı. Acının üstünü örtmek için o kadar çok çiziyoruz ki kalınlaşıyor. Bu yüzden acıtıcı bir komedisi var. Oyunda bir feminist okuma gayreti de var. Tartuffe karakteri ile evin kızının evlendirilme çabası bir çocuk gelin vakasıdır. Kahkaha attığımız şeyin canımızı yakan yerleri olduğu aşikâr. Ian Coates, “Tragedya rahiplerin, komedya soytarıların tiyatrosu” der. Molière de enikonu soytarıca bir oyun inşa etmiş ama her soytarıda olduğu gibi acıklı bir tarafı var ve gerçeği söylemekten de geri durmuyor.

“Bunu yapabileceğine ne ara ikna oldu?”

Tiyatrolarda bir vuslat hâlinden bahsettiniz. Bir de cep telefonu olmadan oyun izleyememe hâllerimiz var…

Bu korkunç bir şey. Senelerdir uğraştığımız, dozu giderek artan bir şey. Asu Maro çok güzel bir benzetme ile yazmıştı, “Artık seyretmek için değil seyredilmek için gelen bir seyirci var” diye. Bu da seyirciyi seyirci olmaktan çıkarıp izlenilen, izlenmek isteyene dönüştürüyor. Bunda pandeminin getirdiği etki kuşkusuz var. Evden çıkılmadı, çeşitli platformlarda film ve diziler izlendi. Seyirci evinde elinde kumandasıylaymış gibi her şeyi yapabileceğini düşünüyor. Oyun esnasında bir video ya da fotoğraf çekmiş ve bazı tiyatrocular bunu paylaşıyor. Bu paylaşımı yapınca o hakkı vermiş oluyorsun. Sahnedeki yaratıya saygısızlık ama bunu nasıl anlatabileceğimize dair gerçekten şaşkınız. Yurt dışında oyun izleme şansım oldu, aynı sorun var. Telefonu çalıyor ve açıp “Oyundayım” diyor. Bunu yapabileceğine ne ara ikna oldu seyirci, onu çözemiyorum.

“Orhan Veli’ye selam çakmış olduk”

”Tartuffe”ün en özel yanlarından biri de Orhan Veli çevirisiyle sahneleniyor oluşu… Orhan Veli’nin şiirlerini Emrah Can Yaylı besteledi. Biraz da oyundaki Orhan Veli etkisinden konuşalım…

Reji üzerine düşünürken koreograf Özge Midilli ve oyunun müziklerini yapan Emrah Can Yaylı ile buluştuğumuzda evin bir orkestrası olacağını söyledim. O kadar zenginler ki eve orkestra tutmuşlar. Bu çok hoşlarına gitti. Orhan Veli çevirisi olunca Emrah’a “Acaba Orhan Veli şiirlerini mi bestelesen?” dedim. Bu fikir onu çok heyecanlandırdı. Şiirlerini taramaya başladık. Şiirleri buldukça dedi ki “Orhan Veli herhalde ‘Tartuffe’ çevirirken bu şiirleri yazdı” O kadar örtüşüyor ki… Sanki oyun için yazılmış bazı şiirleri. İki üç hafta içerisinde Emrah tüm şiirleri bestelemişti. Dolayısıyla Molière’in 400. yaşını kutlarken Orhan Veli’ye de selam çakmış olduk.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir